Rejimlerimizin çoğu başarısızlıkla sonuçlanıyor. Buna rağmen çeşitli diyetleri takip etmekten vazgeçmiyoruz. Bu diyet yapma iştahımız köklerini hangi psikolojik kaynaklardan alıyor ve hangi arzularımızı besliyor?
- Yazı: Isabelle Artus *Derleyen: Nihan Karahan
- Kapak karesi: @romeestrijd
Işık, 45 yaşında, düzenli olarak rejim yapıyor. Diyet süreçlerini şöyle açıklıyor: “Yılbaşından önce, bayramlardan sonra ve baharda… Sürelerini amaca ulaşıp ulaşmamam belirliyor. Bu da döneme göre değişebiliyor. Sene sonunda oluşabilecek fazlalıkları engellemek için ocakta, yeni kıyafetlerime daha rahat girebilmek için ilkbaharda ve bikini sınavını geçebilmek için yazdan hemen önce rejime giriyorum” diyor. Parantez içine alınmış zevke, kendini mahrum bırakma, kuşkucu ve kötü bir ruh hali ekleniyor. Işık, daha iyi hissettiği için değil, zayıflamak için kendini kısıtlıyor ya da ilk bakışta öyle. Çünkü kilo kaybının ötesinde rejim yapmak ardında birçok şaşırtıcı psikolojik hazzı saklıyor. Bu hazlar o kadar kuvvetli ki ilk beş senede rejimlerin yüzde 95’inin başarısızlığa uğramış olduğu gerçeğini kapı dışına süpürebiliyor. Işık’ın durumu da bu kuralı bozmuyor. Zayıflamış, sonrasında yine kilo almış. Ancak tabii ki tekrar rejime başlayacak, çünkü işe yaramamış bir formülü terk edip başka bir tanesini denemek, mucizenin gerçekleşebileceği illüzyonunu sürdürmek anlamına geliyor. Rejimde olmak, izinli ve yasaklı olanı belirleyen talimatları harfiyen takip etmek ve buna itaat etmek anlamına geliyor. Kendini kontrol etmeyi bilmediği için endişe duyan ve dışardaki kaynaklardan destek almaya çalışan birine göre bu tam bir kutsanmadır.
Psikanalist Catherine Grangeard, dışarıya bağlı olma halini şu şekilde açıklıyor: “Kendine güven eksikliği olan biri için kendini ‘bir başkasına’ emanet etmek daha güvenli görünür. Bu kişi, ona yetki atfettiğimiz bir doktor, yaşam koçu, beslenme uzmanı ve hatta bir kitap yazarı olabilir.”
Sayfalar boyunca neyi yemenin uygun olduğunu söyleyen, bazı gıdaları yasaklayan, kaçılması gereken karışımları ve birtakım yiyeceklerin hangi saatte yeneceğini açıklayan kitapların, kitapçıların “çok satanlar” raflarında yer almasının sebebi de burada yatıyor. Bu noktada, beslenme hakkındaki tezlerin art arda gelmesi ve birbiriyle çelişmesi önemli değildir. Hatta ne kadar çelişkili olurlarsa o kadar enteresan görünürler. Son dönemdeki glütensiz rejim örneği bu durumun kanıtlarından biri, içinde glüten bulunan her gıdadan kaçınmayı şart koşan, gerçekten zor bir diyet bulmacası diyebiliriz buna. Aslında glütene karşı hassasiyet yani çölyak hastalığından mustarip kişilere yönelik olan bu diyet, kendini kısıtlayarak “mutlu” hisseden birçok insanı memnun ediyor. Sonuç olarak, insana özgürlüklerinin kısıtlanması bazen güven verir. Günümüz toplumlarındaki sonsuz seçim ve aşırı bolluk halinin yarattığı bitmez olasılıklar ve bundan kaynaklanan derin kaygı, glütensizdeki gibi “-siz” olumsuzluk eki sayesinde bir ölçüde sınırlanır. Diyet ne kadar katı ve katlanılması zor ise o kadar emniyet bariyeri ve korkuluk işlevi görüyor. Bilinçdışından kaynaklı suçluluk duygusu bu şekilde kendini hafifletmenin bir yolunu buluyor. Ayrıca Psikanalist Catherine Grangeard’a göre diyet süreci, psişik gerileme ile hazza tekrar kavuşulan bir an olarak tanımlanıyor. Grangeard, kişinin rejim kurallarını takip eden yumuşak başlılığını, anne, büyükanne ya da kantin menüsü gibi diğerinin bizim yerimize neyi, hangi miktarda yiyeceğimize karar verdiği geçmiş bir zamana dönüş olarak görüyor.
İçindekiler
Tümgüçlülük hissi
Rejim yapma merakımızı, sağladığı omnipotans yani tümgüçlülük hissinden bahsetmeden anlamak zor. Boyumuz, göz rengimiz ya da saçlarımızın doğası üzerinde hiçbir gücümüz olmamasına rağmen, rejimler bize kilomuz ve dolayısıyla vücudumuz üzerinde kontrol sahibi olduğumuz izlenimini verir. 38 yaşındaki Ceren, “Başka türlü asla zayıflayamazdım. Sporu, kremleri, her çeşit detoks kürünü denedim ama bir sonuca varamadım. Şimdi diyet ile kaybettiğim her kiloda önemli bir şey başarmış gibi hissediyorum. İnsanlar bana övgülerde bulunuyor, kendimle gurur duyuyorum” diyor. Zayıflama sırasında gerçekleşen “ikincil bir narsisistik yapılanma” sürecini de hafife almamak gerekiyor. Elde edilen sonuçlardan daha fazla değilse de en az onlar kadar önemli. Nöropsikiyatrist Boris Cyrulnik’e göre, “Mutluluk esasen rejimlerin başlangıç kısmında bulunuyor; ulaşılacak sonuç kadar hayal kurmayı sağlayan başlama zevkinde ve zayıflama vaadinde”. Peki, Ceren verdiği kiloları daha sonra geri aldı mı? Başarısızlığa uğramış bir tonda, “Evet” diye itiraf ediyor. Ancak rejim sürecinde hissettiklerinin değeri sonuçla ölçülemeyecek kadar büyük.
Başka bir deyişle içinde bir sonraki rejimin doğru olacağına dair bir umut taşıyor ve bu hissiyatın bedellerini ödemeye hazır.
Kilo kaybetme coşkusu
Diyete başlama isteğini tetikleyen her şeyden önce gerçek benliğimize uyan vücuda sonunda sahip olma fantezisi ve daha iyi bir benlik imajı beklentisidir. Diğer insanlar sahip olmak ve biriktirmekte diretirken, aslında kaybetmede de gerçek bir coşku duyulabilir. Birkaç kilo yükümüz hafiflese, daha cesur, daha etkili ve tabii ki daha çekici olacağımıza eminiz. Bir gün yuvarlak hatlarınız eriyip gidecek ve o gün beyaz atlı prens gelecek. Kendimizi kandırmayalım. Böyle düşünmemizin sebebi daha ince bir vücut arzusunun ardında her zaman bir sevilme isteği bulunmasıdır. Herhangi bir rejimin olağanüstü ve gerçekdışı umutlarımıza çok ender ulaşabildiğini fark etmemize rağmen tekrar diyet yapmaya başlarız. Bir parçamız yani daha önce başarısızlığı deneyimlemiş rasyonel benliğimiz, rüya gibi bir vücudun boş bir tabakla kazanılmadığını bilir. Ancak diyete bir sürü varoluşsal umut atfetmiş içimizdeki ergen vazgeçmeyi kabul edemez. Dahası kendi vücudumuz ve kilomuzla barışık olsak bile bizi her gün bombardımana tutan reklam görselleri, ulaşılması gereken ideali ve sahip olunması gereken vücudu hatırlatmak için hemen yanı başımızdalar. Televizyondaki reality şov programları bunu “başarmış” insanlarla dolup taşıyor. Halkla ilişkiler duayeni Edward Bernays’in zamanında ısrarla altını çizdiği şeyi tekrardan hatırlayalım: “Piyanoyu değil, piyanoya sahip olma arzusunu satın.” Kendisi pazarlamanın babası ve aynı zamanda hatırlatmakta hiçbir fırsatı kaçırmadığı Sigmund Freud’un yeğeniydi. Rejimlerde de bulunan gerçek benliğe yakınlaşma isteğinin büyüyen bir pazar olduğu kesin ve bu strateji, ilkbahar satışlarında yani vücudun bakışlara ve güneşe çokça maruz kalacak olduğu yazdan hemen önce oldukça kullanılıyor. O dönemde, televizyonun önünde olduğumuz bir akşam, bir derginin sayfalarında gezinirken, kitapçıda dolandığımız bir gün, eczanede ya da süpermarkette alışverişteyken, kendimize diyoruz ki, “Bu kişi neden ben olmayayım?”. Paradoksal olarak yaz kapıya gelip çattığında, tüm bunlar aklımızdan çıkıp gidiverecek. Amaçlanan o büyük an, bu kadar çaba, kısıtlama ve takip edilen kurallar en sonunda rahatlamanın, akışına bırakmanın, hep beraber olmanın ve hoşgörünün olacak. Kendinizi aç bırakmadan önce tekrar düşünün!
Kendinizi test edin: Rejim takıntısıyla mı yaşıyorsunuz?
Zayıflamak, genetiğin getirdiği haksızlığı yenebilme ve oyunda kâğıtları tekrar dağıtma illüzyonu yaratıyor. 30 yaşlarındaki incecik Leyla’yı heyecanlandıran da tam olarak bu. “Ailemdeki kadınlar oldukça yuvarlak hatlara sahip ve Gisele Bündchen fiziğinden oldukça uzağız” diyerek gülüyor ve ekliyor: “Onlara benzememek için yediklerime çok dikkat ediyorum.” Leyla’nın uğraştığı şeyse zayıflamak değil ama kilo almamak. Bu davranış onun için aile kimliğinden ve kaderinden bir kaçma şekli. Vücuda istenildiği gibi yön verilebileceğini düşünmenin getirdiği mutluluksa tüm tavsiyelerden ve kaçınmalardan çok daha değerli görünüyor.
Zorluklarla mutlu olmak: Paradoksal rejim
Birazdan pişmanlık duyulacak olsa bile kendini şimdilik zevkin kollarına bırakmak! Şu ana kadar diyet yapmış bütün kadınlar bunu açıkça söylüyor. Zayıfladılar ama… Paradoks işte tam da burada başlıyor. Onlara göre kısa vadede etkili olan diyet, konunun uzmanlarına göre beş sene sonra etkisini kaybediyor. Bu üzücü deneyimi bizzat kendi yaşamış Filozof Michela Marzano, diyetlerin bir yanılsama olduğu üzerinde duruyor; “Vücudunun gerçekliğini kabul etmeme ve buna bağlı olarak birbiri ardına takip edilen rejimler, ulaşılmaya çalışılan idealden patolojik bir uzaklaşmaya sebep oluyor ve bunu devam ettirerek gerçeklik algısına zarar veriyorlar.”