Röportaj

Ressam Tülin Onat ile 54 yıllık kariyerine, sanatın toplumsal gücüne ve geleceğine dair konuştuk

Sanatı sadece bir ifade biçimi değil, aynı zamanda toplumsal bir tanıklık aracı olarak gören Tülin Onat, 54 yıllık kariyeri boyunca sınırları zorlayan projelere imza attı. Derimod Kültür Merkezini kurarak sanatçılara özgür bir alan sunan, sergileriyle bir dönemin ruhunu yansıtan ve sanatın dönüştürücü gücüne daima inanan Onat ile sanata bakışını, ilham kaynaklarını ve sanatçının sorumluluğunu konuştuk.

Röportaj: Sude Ilgın Sak
Fotoğraflar: Tülin Onat’ın izniyle

50 yılı aşkın süredir hem akademik dünyada hem de sanat dünyasında önemli bir yer edindiniz. Peki, sizi sanat yolculuğuna çıkaran ilk an neydi? “Ben sanatçı olacağım!” dediğiniz o anı hatırlıyor musunuz?

Sanat benim için hiçbir zaman bir seçim olmadı, asla ben sanatçı olacağım demedim. Çok küçük yaşlardan itibaren, sürekli oynadığım bir oyundu. Kendimi bildim bileli ellerim hep bir şeyleri biçimlendirmeye, bir şeyler yaratmaya çalışıyordu. Çocukken bahçemizde pek çok ağaç, ağaçların arasında bakımsız bir süs havuzu, bahçeyi çevreleyen dikenli tellerin dışında da istediğim gibi biçimler verebileceğim muhteşem bir çamur (kil) alanı vardı. Bu bir çocuk için inanılmaz zengin bir dünyaydı. Havuzun kenarına dizdiğim küçücük, kilden kurbağalar, onların başkalaşımlarını izleyerek büyümelerinin her aşamasını ellerimle yeniden yaratıyordum. O küçük heykelcikler, bugün baktığımda aslında benim ilk enstalasyonlarımdı. O zamanlar ne olduğunu bilmiyordum ama içimde sonsuz bir heyecan  vardı. Ben bir formu anlamaya, bir dönüşümü yakalamaya çalışıyordum ve henüz okumayı da yazmayı da bilmiyordum.

İlk farkındalığım o çamurların içindeydi ama sanatın hayatımı nasıl şekillendireceğini asıl okulda anladım. Bir gün, öğretmenimiz bir bayram resmi yapmamızı istemişti. Ailemde milli bayramlar çok önemliydi ve büyük bir coşkuyla kutlanır, bizlere de yeni elbiseler alınırdı. Ben de büyük bir heyecanla bir resim çizdim ve boyadım. Üç kardeş el ele, bembeyaz kıyafetlerimiz, etrafımızda bayraklar. Öğretmenim çok beğendi ve sınıfın en görünen yerine, tahtanın tam ortasına astı. Sınıfta beni hiç sevmeyen iki kız vardı, Nursel ve Belma. Öğretmenim benim resimlerimi beğendikçe oturdukları yerden dillerini çıkartır, gözlerini şaşılatır, türlü çirkinlikler yaparlardı.

O gün, okuldan çıkarken içim sevinçle dolmuştu. Bir an önce eve gidip bu olanları anlatmalıydım. Ben hoplaya zıplaya koşarken aniden başıma ve sırtıma darbeler inmeye başlamıştı. Bir çanta kafama indi, sonra bir tane daha sırtıma … Sınıf arkadaşlarım resmim yüzünden beni dövüyorlardı. “Resimlerin çok çirkin, sen de çok çirkinsin!” diye bağırıyorlar, orama burama çantalarını indiriyorlardı, kendimi ellerinden zor kurtardım. O gün eve gidip çok ağladım, ateşler içinde yattım. Ama ne dayak ne de acı umurumdaydı. Kulağımda yankılanan tek şey, “Resimlerin çok çirkin.” Ya resimlerim gerçekten çirkinse…  Kendime geldiğimde anladığım şu olmuştu. Birileri resimlerimi beğenirken birileri de yerden yere vuracaktı. Ve kendime söylediğim şuydu: Sen hep resim yapacaksın. Bazıları çok beğenecek, tahtalara asacak. Ama bazıları da seni bu yüzden dövecek, aşağılayacak. Buna hazır ol…

Ailem konusunda şanslıydım. Babam, benim resimlerimi beğenir, bana resim malzemeleri alır, doğum günümde sanat kitapları hediye ederdi. Ama bu, sanatı meslek olarak kabul ettiği anlamına gelmiyordu. Sanat yapmama karışmadı, destekledi ama akademiye gitmeme de asla izin vermedi. Üniversiteye giriş zamanı geldiğinde babamın zoruyla girdiğim üniversite sınavında, Fen Fakültesi Kimya bölümünü kazandım. Babam akademiye gitmemi istemiyordu ve bana son sözünü söyledi:

Üniversite sınavına girersin. Kazanırsan kazanırsın. Kazanamazsan evde oturur resim yaparsın.

Babam akademiyi okul olarak görmüyordu. Ama ben kararımı çoktan vermiştim. Babamın bana çizdiği yolu takip ediyormuş gibi göründüm. Her sabah evden çıkıp Fen Fakültesine gidiyormuş gibi yapıyor, Fındıklı’ya, DGSA’ya koşuyordum. Biz Laleli’de oturuyorduk, Fen Fakültesi de iki sokak ilerimizdeydi.

Akademide herkes şövalesini almıştı, atölyede bir tek benim şövalem yoktu. Çünkü param bir türlü birikmiyordu. Bir ay boyunca resimlerimi altlıkla kucağımda çalıştım. Bir gün Adnan Çoker atölyede resimlere bakarken benim kucağımda çalıştığımı gördü. Resmimi beğendi, eleştirdi, sonra da bana dönüp sert bir ifadeyle, “Bu işi biraz ciddiye alsanız nasıl olur Tülin?” dedi. O an dondum kaldım. Ben daha nasıl ciddiye alabilirdim? Okula gizli geliyorum, şövale almak için param yok. Sürekli koşuyorum, sabah okula yetişmek için koşuyorum, akşam eve, babama yetişmek için… Ama fark ettim ki, sanatımı savunmak için bunlara katlanmak zorundaydım.

tülin onat kimdir

Elimdeki olanakları zorlayarak okula gitmek bazen de çok zorladı beni. Akademideki derslerin çoğuna büyük bir tutkuyla katılıyordum ama anatomi derslerine giremiyordum. Çünkü dersler akşam dört buçukta başlıyordu ve babamın koyduğu yasa gereği, eve yetişmem imkânsızdı. Bizim evde, herkesin yedide sofra başında olma zorunluluğu vardı. Sonunda cesaretimi topladım ve hocama gidip durumu anlattım. “Ben okula gizli geliyorum, babam buraya geldiğimi bilmiyor, beni iki sokak ilerimizdeki Kimya Fakültesine gidiyorum diye biliyor.” dedim. Hocam da bana güldü ve ne kadar cesaretli olduğumu söyledi, “Senin kadar becerikli bir kız, o kemiklerin isimlerini mi öğrenemeyecek?” Kemikleri öğrendim ve anatomi dersinden geçtim.

Sanat yapmaya devam ettim ama kendimi hiçbir zaman sadece ressam olarak görmedim. Çünkü öğretmek ve bende birikenleri paylaşmak, benim için aynı derecede önemliydi. Öğrencilerime öğrencilikleri sırasında sergi açmaları için destek oldum, sponsorlar buldum. Maksadım onları bir an önce hayata hazır hale getirmekti çünkü okulu bitirdiklerinde bu hayata en azından bir basamak daha deneyim kazanarak başmaları önemliydi.

Ben hep resim yaptım ama sergilerimi bir yandan da öğrencilerime hesap vermek için açtım. Çünkü hoca, eleştirir, yol gösterir, beğenmez, anlatır… Ama öğrenciler, hocanın ne yaptığını bilmezse ona neden inansın?

Hiçbir zaman “Ben sanatçı olacağım” demedim. Hâlâ da demiyorum. Çünkü benim için sanat bir meslek ya da bir unvan değil. Ben ressam olduğum için eğitimci oldum, eğitimci olduğum için de sanatçı oldum. Bugün dönüp baktığımda bu dünyada başka hiçbir iş yapamazdım. Çünkü sanat benim için bir meslek değil, bir yaşam biçimidir.

1970’lerde sanat yapmaya başladığınızda Türkiye’de sanat ortamı nasıldı? O dönemde bir ressam olarak kendinize alan açmak zor muydu?

“Bizim kuşağımız, bugünün gençlerine göre daha şanssızdı sanırım. Bizler tüm bilgileri hocalarımızdan alıyorduk ve kütüphanede çok zaman harcayarak bileğimizin gücüyle öğreniyorduk. Şimdiki gibi bilgisayar başında üretilmediği için resimler, gerçekten bu işe gönül verenlerin yarışıydı yapılanlar. Ödüllü sergiler sanatçıyı aramaya bulmaya ve bu yarışta mutlaka söz sahibi olmaya zorluyordu. Bu yarışmalar sanat ortamını hareketlendirirdi ama sanatçı olarak kendi biçeminizi bulmak, zamanın politik ve toplumsal gerilimleri arasında hiç de kolay değildi.”

Profesyonel yolculuğum 1971’de, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olmamla başladı. Okul bittikten sonra, İlk sergimi 1979’da, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde açtım. Bu aradaki süreçte kendimi hazırlamam gerekiyordu Çünkü hocamın şu sözü kulağıma küpe olmuştu:

“Söyleyecek sözünüz yoksa, sergi açmayınız.”

Bu yüzden acele etmedim. Salzburg Yaz Akademisine Avusturya hükümet bursuyla gittim. Avrupa’daki müzelerde çalıştım, araştırmalar ve ustalardan kopyalar yaptım. Sanatçı olarak ortaya çıkmadan önce, kendimi tam anlamıyla ifade edebilecek bir noktaya ulaşmak istiyordum.

Sanatçının içinde bulunduğu ortam, sanatını doğrudan etkiler. 70’lerin Türkiye’si, büyük politik çalkantıların yaşandığı bir dönemdi. Bunlar sanatın sadece estetik bir mesele olmadığını, toplumsal bir duruş olduğunu bana gösterdi.

ressam tülin onat

O dönemde, hiçbirimiz ülke sorunlarından kopuk değildik. Akademide okurken genç yaşta evlenmiştim, eşim Fen Fakültesinde asistandı ve ben akademi öğrencisiydim. Politik gerilimlerden dolayı evimiz zaman zaman aranıyordu.

Böyle bir ortamda sanat yapmak, sadece “maviyle yeşili karıştırıp harika bir turkuaz yakalamak” meselesi değildi. Sanat, doğrudan o dönemin ruh halini yansıtıyordu. 1981’de Ankara’daki sergime gelen Bülent Ecevit, sergimdeki  “Çiçek Yükü” isimli resmimi aldı ve beni ertesi günü sohbet etmek için davet etti. Resimde bir bisikletli vardı, arkasında ise büyük bir çiçek yükü taşıyordu. O dönemin sert politik atmosferinde çiçek taşımak, bir özlemi simgeliyordu benim için. Ecevit, bu tablomu görünce etkilendi ve ”Arayış” dergisinde resmimi yayınlayarak “Tülin Onat, bize masalsı dünyalar sunuyor” diye yazdı.

Sanat, sadece bireysel bir ifade değil, aynı zamanda toplumsal bir bellektir. Ben de bu belleğin bir parçası olarak, yaşananları, sanatıma yansıtmaya çalışıyordum.

Bugün, sanatçı olmak isteyen gençler için olanaklar daha fazla. Daha fazla platform var. İnternet başında dünyadaki tüm sanatçılarla diyalog kurmak, onların yaptıkları işleri görmek, yeni malzemeler hakkında fikir sahibi olmak, dünya müzelerini istediğin gibi dolaşmak ve incelemek gibi olanakları var.

Ancak özgünlük, sanat dünyasında hâlâ en zor ulaşılan kavram. O yüzden, 1970’lerde olduğu gibi bugün de önemli olan, “fabrika gibi üretmek” değil, gerçekten söyleyecek sözü olan eserler yaratmak.

Kadın olmanın, özellikle sanat pratiğinizde belirleyici bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz? Örneğin, bir erkek ressam olsaydınız, yine aynı eserleri üretir miydiniz?

Uzun bir süre boyunca sanatçıyı kadın veya erkek olarak ayırmadım. Benim için önemli olan, sanatçının söyleyecek sözü olup olmadığı, dünyayı nasıl gördüğü ve bunu nasıl aktardığıydı. Ancak yıllar geçtikçe bu konuda düşüncelerim değişti. Bugün, kadın ve erkek sanatçılar arasındaki farkları daha net görüyor ve kadın olmanın sanattaki etkisini daha fazla hissediyorum.

Kadın sanatçı olmak, sadece sanat üretmekten ibaret değil. Kadın olarak sanatta var olabilmek, erkek sanatçılara kıyasla çok daha fazla mücadele gerektiriyor. Sanat alanında kadınların karşılaştığı zorlukları düşündüğümde, eğer bu zorluklarla erkekler karşılaşsaydı, çoğu sanatı bırakıp başka meslekler edinirdi diyorum. Çünkü kadın, tuttuğunu bırakmamak adına, var olabilmek için daha büyük engelleri aşmak zorunda kalıyor.

Bu sadece maddi zorluklarla ilgili değil. Kadının sanat üretirken içinde bulunduğu duygusal derinlik ve duyarlılık da bu süreci farklı kılıyor. Ruhundaki incelik, mücadeleci yapısıyla büyük bir çelişki içinde. İşte bu çelişki, kadın sanatçıların eserlerine derinlik kazandıran unsurlardan biri aslında. Kadınlar, hayatın her alanında olduğu gibi, sanatta da zarafetle savaşı bir arada taşımak zorunda kalıyorlar.

Sanatta kadın-erkek ayrımını gözle görülür bir şekilde yapamasak da, kadın sanatçının yaşadığı deneyimler, karşılaştığı engeller ve verdiği mücadeleler eserlerine yansıyor. Bu yüzden, bugün artık şunu net bir şekilde söyleyebiliyorum: Eğer erkek bir sanatçı olsaydım, aynı eserleri üretemezdim.

Çünkü benim sanatımı besleyen şey, sadece yetenek veya akademik bilgi değil; hayatta karşılaştığım zorluklar, kadın olarak yaşadığım mücadeleler, dünyayı bir kadın gözünden görmenin getirdiği bakış açısı. Erkek bir sanatçı olsaydım, aynı duygusal derinlikle, aynı konulara eğilir miydim; aynı acıları, aynı umutları resimlerime aktarabilir miydim? Sanmıyorum.

Bu yüzden, bugün hâlâ sanat yapabilen, tüm engellere rağmen üreten kadın sanatçıları yürekten kutluyorum. Sanatta kadın varlığı, sadece eserlerden ibaret değil; aynı zamanda bir duruş, bir direnç ve var olma mücadelesi!

Türkiye’de ve dünyada sanat tarihi uzun süre erkek sanatçılar üzerinden anlatıldı. Kadın sanatçıların bugün hâlâ görünmez duvarlarla karşılaştığını söyleyebilir miyiz, yoksa daha eşitlikçi bir sanat dünyasından söz etmek mümkün mü?

Kadın sanatçılar, yalnızca üretim süreçlerinde değil, sanat piyasasında da var olabilme mücadelesi veriyor. Erkek sanatçılar, işlerini, maddi kaynaklarını, reklamlarını, çoğu kez dost meclislerinde, içki sofralarında hallederken, bir kadın sanatçının aynı ortamlarda aynı rahatlıkla var olması mümkün değil. Kadın orada olduğu anda, sanatı yerine farklı dinamikler konuşulmaya başlanıyor. Kadının orada sadece sanatıyla var olabilmesi için çok daha büyük bir mücadele vermesi gerekiyor. O yüzden kadın sanatçıların bu tarz ilişkilerle işlerini ilerletmesi neredeyse olanaksız. Erkeklerin sanat dünyasında kurduğu bu rahat iletişim ağları, kadınlara eşit biçimde sunulmuyor.

Bir diğer mesele de erkek egemen sanat dünyasının kadın sanatçılara karşı geliştirdiği önyargıları. “Bakalım nasıl devam edecek?” sorusu, her kadın sanatçının kariyerinde bir şekilde karşılaştığı bir cümledir. Erkek sanatçının sanatına doğrudan bir kabul sunulurken, kadın sanatçının sürekli kanıtlaması gereken bir süreçten geçmesi beklenir. Bir erkek sanatçı, yaratıcı kimliğini doğuştan edinmiş gibi görülürken, kadın sanatçının yeteneği ve sanatı sürekli bir sorgulama ve şüphe çerçevesinde değerlendirilir.

Bugün belki daha fazla kadın sanatçı görülüyor, daha fazla sergi açılıyor, daha fazla kadın ismi duyuluyor. Ancak bu görünürlüğün arkasında, sanatıyla var olabilmek için defalarca engel aşmak zorunda kalan, kendini tekrar tekrar kanıtlamak zorunda olan bir figür var. Sanat dünyasında hâlâ eşitlik yok ve kadın sanatçılar hâlâ görünmez duvarlara çarpıyor.

Sanatın toplum üzerindeki gücünü düşündüğünüzde, bir sanatçının taşıdığı en büyük sorumluluk nedir? Türkiye’de yaşayan bir kadın sanatçı olarak bu sorumluluk sizin için nasıl şekilleniyor?

Sanat, toplumun şekillenmesinde güçlü bir araçtır. Sanatçının topluma karşı en büyük sorumluluğu, ayrıştıran değil birleştiren olmaktır. Sanat, bazen bir mücadeleyi, bazen bir isyanı, bazen de bir umudu taşır. Ama her durumda, insanlara bir şeyler aşılar ve onların bakış açısını genişletir.

Bu sorumluluk benim sanatıma ve hayatıma da doğrudan yön verdi. Zamanımı boşa harcamadan her an üretmeye, öğretmeye ve gelişmeye adadım kendimi. Sanatçı, üretmeden duramaz ama onun içgüdüsü yalnızca yaratmak değil, aynı zamanda vermektir. Ve ben bu vermenin en güçlü yollarından birinin öğretmek olduğuna inanıyorum.

Sanatta toplumsal sorumluluk hissi, beni yalnızca bir sanatçı olarak değil, bir eğitmen olarak da şekillendirdi. Bir sanatçının topluma verdiği en büyük katkı, yalnızca eserleriyle değil, aynı zamanda yetiştirdiği insanlarla da var olur. Sanat, yalnızca estetikle ilgilenmez; toplumu da dönüştürür. Ve bunun için cesur olmak gerekir.

Ben, sanatı yalnızca bir bireysel ifade aracı olarak görmüyorum. Sanat, toplumu eğiten, güzelleştiren ileri götüren ve değiştiren bir güçtür. Sanatçının topluma karşı sorumluluğu, insanları düşündürmek, empati kurmalarını sağlamak ve yeni perspektifler sunmaktır.

Benim için sanatın en büyük işlevlerinden biri, insanları bir araya getirmesi ve onlara kendilerini aşma fırsatı vermesidir. Ben işimi yaparken, bir eser üretirken ya da bir öğrenciye yol gösterirken, sadece sanata katkı yapmıyorum. O öğrencinin annesine, babasına ve çevresine katkı sağlıyorum. Çünkü bir insan geliştiğinde, onun etrafındaki herkes de değişir

Yıllar içinde sanat anlayışınız ve kullandığınız teknikler değişti. Türkiye’deki sanat algısı da bu süreçte benzer bir dönüşüm geçirdi mi? Bu değişimlerin çalışmalarınıza yansıması nasıl oldu?

Sanat anlayışım yıllar içinde kaçınılmaz olarak değişti. Ancak bu değişim yalnızca kişisel bir yolculuk değildi; Türkiye’deki sanat algısının dönüşümüyle paralel ilerledi. Özellikle 80’lerden itibaren ülkedeki sanat ortamı, siyasi ve toplumsal alanların daralmasına karşın hareketlenmeler ve yeni yeni arayışlar yaşadı.Ülkedeki yaşamsal sıkıntılara ve sıkışmalara  inat, sanatta bir patlama, kabına sığamama gözleniyordu. Yan i80’ler Türkiye’de olağanüstü bir sanat ortamının doğduğu yıllardı. Ben daha öğrenciyken, yurt dışında gördüğüm bienalleri anlatıyor, Türkiye’de bu tür etkinliklerin eksikliğini hissediyordum. İlk defa Türkiye’de bienaller düzenlenmeye başladığında, bu devrim niteliğinde bir adımdı. O yıllar, bizler için çok heyecan vericiydi, çünkü sanat artık yalnızca tuvalle sınırlı kalmıyor, kamusal alana da taşınıyor; yepyeni düzenlemeler, anlayışlar rahatlıkla sergilenmeye ve izleyicinin dikkatini çekmeye başlıyordu. Bu Türk sanatı için de çok mutlu ortamlar, yaşamdaki kısıtlamalara karşı, nefes almak için alan açmak demekti.

Bu dönemde Türkiye’de bir sanat patlaması yaşandı. Sanatçılar cesurca yeni teknikler denedi, sanat piyasasında yeni galeriler ve koleksiyonerler ortaya çıktı, uluslararası bağlantılar kuruldu. İstanbul Modern gibi önemli kurumlar açıldı, enstalasyonlar yapıldı, kamusal heykeller hayatımıza girdi.

Ben de bu akışın içinde sanata daha büyük katkılarda bulunmak amacıyla Derimod Kültür Merkezi’ni kurarak Türkiye’de sanatçılar için yeni bir platform oluşturmak istedim. Burada Hasan Yelmen’in engin vizyonu ve sanata olan aşkı, bizlere büyük olanaklar sundu. Her türlü yeniliğe açık galerimizde performanslar, söyleşiler ve oyunlar düzenlendi. Sanatçıların sergilerinde, eserleri üzerine kitaplar hazırlandı, basın toplantıları yapıldı.  Sanat  üzerine ilk defa bu kadar derinlemesine gidiliyordu. Bu enerjiyle açılan sokak sergileri de, halkın sanatın içinde  yer almasına sebep oldu. O güne kadar galerilere  girme cesaretini gösteremeyen insanlar, sanatla ilgilenmeye başladılar. Yeni yeni koleksiyoncular doğdu, evin duvarlarına resim asma alışkanlığı oluşmaya başladı.

O yıllar, hepimizin sanatını dönüştürdüğü bir dönemdi. Duvar için resim yapmak yetmiyordu. “Biz resmi nasıl bir adım öteye taşıyabiliriz?” sorusunu soruyorduk. Ben de tam bu dönemde, duvar ve zemini birleştiren, mekanın içine yayılan işler yapmaya başladım. “Galaksi adlı yerleştirmem  büyük bir çıkış oldu. Bu eser, çok ilgi çekti ve bana  yeni yeni olanaklar sundu. Berlinde “Kunst Raum”da düzenlediğim “Resim Ormanı”  sergim bunlardan biridir ve benim açımdan çok önemlidir.

Türkiye’de o dönemde sanatçılar yenilikçi yapıtları ve çabaları ile birbirlerini besliyorlardı. Herkes birbirini cesaretlendiriyor, yeni yollar deniyordu. Ömer Uluç cesur enstalasyonlarla sanatın sınırlarını zorladı. Ben de bu süreçte “Yansımalar” adlı eserimi Resim ve Heykel Müzesi’nde sergiledim. Büyük bir mekanın zeminine ve duvarlarına yayılan bu eser, izleyicinin bakış açısını değiştirdi. Hatta Ömer Uluç heyecanla resmi daha yakından görebilmek için yerdeki eserin üzerine çıkmış ve serginin en trajikomik anılarından biri olmuştu!

Bu dönemde sanatın sadece bir bireysel üretim süreci olmadığını, aynı zamanda bir kolektif hareket olduğunu fark ettik. Birbirimizi etkiliyor, dönüştürüyor ve sanatın sınırlarını hep birlikte zorlayarak genişletiyorduk.

Sanatın bu denli dinamik bir şekilde geliştiği bu ortamda, benim de sanatsal pratiğim sürekli evrildi. Kadın sanatçılar olarak kendimize yeni alanlar açmak için mücadele ediyorduk. Kadın sanatçılara özel sergiler düzenledim, mekanın kendisini sanatıma dahil ettiğim çalışmalar ürettim.

Uzun yıllardır akademisyenlik yapıyorsunuz. Öğrencilerinizin sanata bakışında gözlemlediğiniz en büyük değişim nedir? Toplumsal faktörlerin farklı jenerasyonların sanat anlayışını nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

“Sanat, bir nesilden diğerine devredilen bir miras olsa da günümüz sanat öğrencileri ile benim yetiştiğim dönem arasındaki fark yalnızca yıllarla ölçülemez. Öyle bir hızda değişim yaşandı ki, sanki çağlar atlamış gibiyiz.”

Akademisyenlik yaptığım yıllar boyunca birçok farklı jenerasyondan öğrenciyle çalıştım. Kendi aldığım eğitimi düşündüğümde, ne kadar köklü ve disiplinli bir yaklaşımın içinden geçtiğimi hatırlıyorum. Ben klasik eğitimin gücüne inanırım. Sanatçı, önce çok iyi bir desen bilgisine sahip olmalı, ustaları öğrenmeli, detaylara hakim olmalı diye düşünürüm. Ancak bu temeli aldıktan sonra özgürleşmeli ve kendi yolunu yaratmalı.Hatta kendi özgün tavrını ancak böyle yaratabilir iddiasındayım.

Bu inançla, derslerimde öğrencilerimi bu doğrultuda yetiştirdim. İlk yıllarda akademik disipline sıkı sıkıya bağlı kaldık, ancak son sınıflara doğru onları özgür bırakırdım. “Kuşlar kadar özgür olun” dedim hep. O özgürlük alanında, inanılmaz işler ortaya çıktı. Kendi yollarını bulduklarında, sanatın gerçek anlamını keşfettiler. Açtığımız sergilerde izleyiciyi hep şaşırtılar.

Ancak günümüz öğrencileriyle benim yetiştiğim dönem arasındaki farklar artık sadece eğitim anlayışıyla sınırlı değil. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte sanatın doğası da değişti. Şimdi bir öğrenci, klasik desen çalışmak yerine, bir  tablet alıp birkaç dokunuşla “sanat eseri” yaratabiliyor. Teknoloji, sanatı erişilebilir kıldı ama aynı zamanda sanatçıyı disiplinin dışına da itmeye başladı.

Benim öğrencilik yıllarımda bir eserin oluşması çok zaman alırdı. Büyük bir sabır, teknik bilgi ve araştırma gerektirirdi. Şimdi ise sanat üretimi neredeyse anlık hale geldi. Artık her şey gibi zaman da kıymetli. Sanat yapabilmek için çok şeyle uğraşmak zorunda kalan genç sanatçı, eserini en kısa yoldan bitirmek zorunda hissediyor kendini. Artık telefonla bile sanat yapılabiliyor. Dijital sanat, hızla yayılan bir alan haline geldi ve bu da sanatı bir tür “tüketim malzemesi” haline getirdi.

Bunun sonucunda sanatın “derinliği” ve “zamanla olgunlaşan yapısı” değişti. Öğrenciler artık uzun yıllar süren ustalaşma süreçlerine girmiyor. Bunun en büyük sebebi de ekonomik baskılar. Sanatçı, hızlı üretmek ve hızla satmak zorunda. Oysa sanatın özünde bu yoktur. Sanat, düşünceyle yoğrulmalı, zamanla şekillenmeli. Ama çağımızın hızına yetişmek isteyen yeni nesil, daha çok “hemen yap, hemen sat” mantığıyla hareket ediyor. Andy Warhol’ün “Ben eserimi çabucak yaparım, hemen satarım. Duvarında bir süre izleyen alıcı bir zaman sonra bıkar ve gelip yenisini alır.” deyişi benimsenmiş gibi… Yani, bu çağda, sanat manat, nedir ki? Ben kazandığım paraya bakarım düşüncesi hakim.

Şu anki sanat öğrencileriyle benim yetiştiğim dönem arasındaki fark, yalnızca 50 yıl değil. Sanki birkaç asır geçmiş gibi. Teknolojinin, küreselleşmenin ve değişen toplumsal koşulların etkisiyle, sanat nesilden nesile aktarılırken temelleri farklılaştı. Üretim biçimleri de değişti, sanat ahlâkı da.

Artık kimse Leonardo gibi resim yapmaya vakit ayıramaz. Bunun için gerekli maddi destek, uzun süre eğitim alabilecek sabır ve disiplin yok. Genç sanatçılar, bir an önce bir şeyler üretip, bir an önce satmak zorunda. Eğer satamazlarsa, sanattan uzaklaşıp başka işlere yöneliyorlar. Bu yüzden, bugünün sanat dünyasında, hızlı tüketim sanatı ön plana çıkıyor. Klasik eğitimle yetişmiş biri olarak, bunun sanata zarar verdiğini düşünüyorum. Sanat herhangi bir “ürün” gibi pazarlanamaz. Sanat; ruhun, düşüncenin ve birikimin bir yansımasıdır.

Ancak burada bir gerçek var: Sanat artık tamamen değişti ve bu değişimi durduramayız. Teknoloji ve dünya o kadar hızla evrildi ki, her disiplin kendi sanat anlayışını oluşturuyor. Eskiden sanat yavaş ama köklü ilerlerdi; şimdi ise anlık, dijital, küresel ve sürekli değişen bir yapıya sahip.

Sanat her dönemde değişmiştir. Ancak şu an yaşanan değişim, sadece sanatsal bir evrim değil, bir kırılma noktasıdır. Yeni nesil sanatçılar, bu kırılmayı nasıl yöneteceklerine karar vermek zorundalar. Eğer sanatı  anlamak ve derinleştirmek istiyorlarsa sadece teknolojiyi kullanmak yetmez. Sanatın temel taşlarını da bilmek zorundalar.

Benim için en büyük endişe, sanatın kolay tüketilen bir şey haline gelmesi. Ama en büyük umudum da, genç sanatçıların bunu fark edip sanatı hak ettiği derinlikte yaşatmaları. Sanat değişebilir ama ruhu korunmalı. Bu, gelecek nesillerin en büyük sorumluluğudur.

Sanat hayatınıza dönüp baktığınızda sizi en çok tatmin eden, “evet, bunu anlatmak istiyordum” dediğiniz işiniz hangisi oldu?

Bu soruya tek bir cevap vermek çok zor. Sanat yolculuğum boyunca beni tatmin eden, sanatın anlamını derinlemesine hissettiğim pek çok an yaşadım. Ancak bazı işler var ki, sadece bir sanat eseri olmanın ötesine geçerek bir dönemin tanıklığına, kolektif bir çığlığın duyurulmasına dönüştü.

Bunlardan ilki hiç şüphesiz Derimod Kültür Merkezini kurmam ve oradaki etkinlikleri gerçekleştirmemdi. O dönem Türkiye’deki sanat ortamı hâlâ geleneksel galeri anlayışıyla ilerliyordu. Sanat mekânları dört duvar arasında kalıyordu. Oysa ben, sanatın sınırlarını zorlayan, sanatçılara daha özgür bir alan sunan yapıyı kurmak istiyordum. Bunun için yurt dışındaki galerileri, müzeleri inceledim, mekânların nasıl tasarlandığını, sanatın nasıl sunulduğunu araştırdım.

kadın ressam

Sanat tarihine iz bırakacak işler yapmak istiyordum ve Derimod Kültür Merkezi, işte bu isteğin bir sonucu oldu. Bu merkezde tuval resminden söyleşilere, panellerden sanatsal kitap projelerine kadar birçok ilki hayata geçirdik. Sanatçıların yalnızca eserleriyle değil, düşünceleriyle de var olabilecekleri bir alan yarattık. O dönemde hocam Adnan Çoker’in bana söylediği bir cümle beni çok onurlandırdı:

“Diğer sanatçılardan bir basamak öndesin. Çünkü sen sanat tarihine kalacak işler yaptın.”

Sanat benim için her zaman bir ifade aracı ve bir anlatım dili oldu. Ancak bazı işlerim var ki, sadece kişisel sanatsal tatmin değil, aynı zamanda bir dönemin sesini duyurmak anlamına geldi. Bu nedenle en çok tatmin olduğum işlerden biri de “Oyun Bitti” sergisiydi. Bir dönemin çığlığını anlatmak zorundaydım. Sanat, toplumun tanıklığını üstlenmeli, yaşanan olaylara karşı bir duruş sergilemeli diye düşünüyorum ve bu sergiyle işte tam olarak bunu yaptım.

Sanat tarihine, öğrencilerime, benden sonraki sanatçılara “Bir saniyenizi bile ziyan etmeyin. Zamanınızı boşa harcamayın.” demek istedim. Bu sergi sadece sanat kariyerimin bir noktası değil, bir sanatçının topluma olan sorumluluğunu yerine getirme biçimiydi.

Sanat yolculuğumu tamamlamak ve geriye dönüp bakmak için 51 yıllık sanat hayatımı anlatan 450 sayfalık bir kitap hazırladım. Kendimi dışarıdan görmek istiyordum. Ne yapmışım? Nerede durmuşum? Hangi dönemin parçası olmuşum? Bu soruların cevabını yalnızca kendime değil, sanata gönül veren herkese göstermek istedim.

O kitabı tamamladığımda ve sergisini düzenlediğimde, hiçbir zaman boşa çalışmadığımı, hiçbir anı ziyan etmediğimi fark ettim. Benim için en değerli anlar, sadece kendi iç dünyamı değil, toplumun yaşadığı olayları, değişimleri ve çığlıkları sanata dönüştürdüğüm anlardır.Bu nedenle,” Boşluğu Biçimlendirmek_51 Yılın Hikayesi” sergim beni en tatmin eden zamanların vücut bulduğu halidir

Sanatın ve sanatçının değerinin zamanla anlaşıldığına sıkça şahit oluyoruz. Sizce, çağdaş Türk sanatı dünya sahnesinde hak ettiği yeri buldu mu?

Asla. Bunu büyük bir kesinlikle söylüyorum çünkü sanatçılarımız ne kadar yetenekli, üretken ve cesur olursa olsun, içinde bulunduğumuz kültürel ve ekonomik koşullar onların önünü kesiyor. Yurt dışında, özellikle sanatın bir devlet politikası olarak desteklendiği ülkelerde, bir sanatçının varlık göstermesi için her türlü altyapı sağlanmış durumda. Oysa Türkiye’de sanatçının yaratıcı üretimini destekleyen herhangi bir kurumsal çerçeveye sahip olması neredeyse imkânsız. Bir galerinin sürdürülebilir olması bile çoğu zaman sanatçının değil, galericinin finansal gücüne bağlı. Müzeler deseniz, var olanlar kapatılıyor, açılacak denilenler yıllarca tamamlanamıyor. Sanatçının gelişmesi, üretmesi için yeşereceği verimli topraklar yok.

Batı’da, sanat bir lüks değil, toplumsal bir ihtiyaç olarak görülüyor. Örneğin, bir Batılı sanatçı, çocukluk yıllarından itibaren müzeleri görüyor, oyun oynayarak sanat eserlerini özümsüyor, eserleri incelemeye teşvik ediliyor. Sanatı tüketme ve anlamlandırma alışkanlığı, toplumsal hafızanın bir parçası hâline getiriliyor. Bir çocuk okuldan eve giderken bile üç müzeden, dört galeriden, beş heykelden geçerek büyüyor. Şehrin içinde sanatla iç içe yetişiyor. Bizde ise sanat ancak belirli bir çevrenin erişebildiği bir alan hâlindedir.

Sanatçı olarak dünyada var olmak istiyorsanız, çok daha büyük bir mücadele vermek zorundasınız. Kendinizi, sanatınızın niteliğini sürekli kanıtlamak zorundasınız. Örneğin, Berlin’de bir sergim olduğunda, insanlar katalogdan ismimi ve Türk olduğumu gördüklerinde sergiye gelmek için pek de hevesli olmadıklarını fark ettim. Çünkü kafalarında “Türk Sanatçısı” denince belli kalıplar oluşmuş. “Muhtemelen köy resimleri yapmıştır, pastoral sahneler çalışmıştır.” diye düşündüklerini söylediler. Ancak sergiye geldiklerinde gördükleri işlerden sonra tamamen fikirleri değişti, şaşkına döndüler ve bunu da açıklıkla dile getirdiler. Demek ki biz sanatçılarımızı ve sanatımızı dünyaya doğru tanıtamamışız.

Bizi sanat dünyasında ya geriden gelenler ya da orada yokmuş gibi davrananlar olarak görüyorlar. Oysa geriden gelmiyoruz. Bizim sanatçılarımız son derece yetenekli, yaratıcı ve dünya sanatının içinde olmayı hak ediyor. Ancak bu sanatçıların var olabilmesi için gerekli altyapı, destek ve görünürlük imkânları sağlanmıyor.

Eskiden devlet sergileri olurdu. Resim ve Heykel Sergileri, sanatçıların üretimlerini sergileyebileceği en önemli platformlardan biriydi. Bu sergiler, sanatçılar için hem maddi, hem manevi destek sağlayan önemli bir araçtı. Bir sanatçı orada ödül aldığında, yalnızca eseri onaylanmış olmuyor, aynı zamanda; malzeme alabileceği, üretimini sürdürebileceği bir gelir de sağlıyordu. Şimdi? Türkiye’de bir sanatçı atölye aradığında, bir malzeme temin etmeye çalıştığında veya bir galeri ile iş birliği yapmak istediğinde önüne hep finansal  engeller çıkıyor. Sanatın gelişmesi için en temel unsurlardan biri olan müzeler de yok.