Röportaj

DİKKAT BARBAROS ALTUĞ

Untitled-6

Kitabınız Bazıları Siyah Sever’in kapağında neden takım elbise giymiş bir köpek var?

Başta pars ya da leopar koymayı düşünüyorduk. Benim hakkımda genelde düşünülen bu çünkü; yırtıcı! Fakat sonra köpeğe karar verdik. Baktığınızda çok itaatkâr, yumuşak başlı ve tatlı bir köpek. Sakin bir yanı var. Üzerinde takım elbise de olunca benim kontrastım olduğunu düşündük.

Yine kapakta neden ‘Türk’e zor’ şeklinde bir ifade var? Bu hayli dikkat çekiyor…

Türk’e zor çünkü kitapta yazdıklarım için ne dava açıldı, ne itiraz edildi ne de başka türlü bir yaptırım uygulandı. Yazdıklarımın hepsi doğru. Bazıları maddi olarak kanıtlanmış şeyler, atıyorum, satış rakamı söylüyorsam bunu maddi olarak kanıtlayabiliyorum ya da olan bir şeyden bahsediyorsam evet, o olmuş bir şey. Ancak Türklere bazı şeyleri açıkça ve samimi olarak söylediğiniz zaman kaldıramıyorlar. Onun için Türk’e zor! İngiltere’de böyle yazılar yazdığınız zaman bu şekilde tepkiler almıyorsunuz.

Bu her şey için geçerli olsa gerek.

Özellikle yazıda samimiyet yok ne yazık ki. Biri feci şekilde kayıyor birine, sonra davet alıyor, beraber yemek yiyorlar ve ardından onun hakkında yazmamaya başlıyor. Ben öyle değilim. Ertuğrul Özkök’le de yemek yedim. Bu benim onun hakkındaki fikrimi değiştiremiyor, anlatabiliyor muyum? O nedenle ‘Türk’e zor’ diyorum. Fikirlerim bir günde oluşmuyor ki bir günde değişsin.

Yazılarınızda aynı kişiyi hem övebiliyor hem de yerin dibine batırabiliyorsunuz, özel bir taktik mi bu?

Bir ödül almışsa önemli tabii ki, bundan da bahsetmek lazım. Niye hakkını yiyeyim? Ama çok berbat bir şey yapmışsa onu da yazmak istiyorum çünkü o zaman yazdıklarınızın anlamı ve aslında neyi yapmak istediğiniz daha açık görülüyor. Yoksa toptan yok sayamazsınız iyi olan şeyleri de.

Neden ‘Bazıları Siyah Sever’?

Birincisi karanlık bir tarafım olduğunu gösteriyor. Okuyanların kendini bana yakın hissettiklerini biliyorum. Mesela Beral Madra ya da Raffi Portakal’ı tanımıyorum ama onlardan bana uzun uzun mail’ler geliyor. Demek ki esasında ruh dünyaları bana yakın. Onların düşündüğü ve kendi çevrelerinde konuştuğu bir şeyi ifade edebiliyorum ve bence bu Türkiye’de biraz siyah karşılanan bir şey çünkü her şey daha light ele alınıyor Türkiye’de ve gerçekleri bir türlü ortaya koyamıyoruz. Samimi olsak hoşlanmadığımız bir sürü şey olmayacak aslında. Yani biri Ömür Gedik’e; ‘Senin sesin çok kötü canım, şarkı söyleme’ deseydi, biz bu eziyete maruz kalmayacaktık. İşte bunu kimse gazetelerde söylemiyor; eş, dost kontenjanından bir şekilde kayırıyorlar. Hâlbuki tamam, kötü röportajcısın, başka türlü bir görselliğin var diye katlanıyoruz ama niye şarkı söyleyesin bize?

Tam da bu nedenle insanlar televizyondaki haberlerden uzak durmaya başlamadı mı?

Aynen kendi haberini yaratıyor artık Türk toplumu; Twitter’dan takip ediyor ne olup ne bittiğini. Benim esas tanınmam Twitter sayesinde oldu. Twitlerimden sonra Taraf’tan yazarlık teklifi aldım. Cüneyt’le (Özdemir) de öyle oldu; Twitter’dan sonra yazarlık teklifinde bulunuldu. Demek ki aslında bir medya yaratıyorsunuz Twitter’da. Hafife almamak gerek.

Evet, Twitter denilen bir bela var.

Var ve o belayı seviyorum ben!

Ne ifade ediyor size bu kitap?

Belki dört, beş yılın yazılarından oluşuyor ama hayatım boyunca biriktirdiklerim var içinde; okuduğum bütün kitaplar var, seyrettiğim filmler var. Tanıştığım insanlar, sevdiğim hayatlar, sevmediğim özellikler var. Onun için birazcık benim hayatımın özeti gibi aslında. Hepimize olduğu gibi çocukluğumdan başlıyor. Şuradaki koltuğa yatıp anlatayım isterseniz, iyi mi? (Gülüyor)

Kimlerle, kaç yaşında tanıştınız?

Valla Adalet Hanım’la (Ağaoğlu) ilk tanıştığımda dokuz yaşındaydım. Latife’yi (Tekin) tanıdığımda onlu yaşlardaydım. Melih Cevdet’le (Anday) tanışmam ise 12, 13 yaşımda.

Nasıl mümkün oldu bu?

Ailesel tanışıklar hep. Mesela Adalet Hanım teyzemle arkadaştı, Latife’yi başka yerden tanıyorum, Melih Cevdet de öyleydi. Hepsi bir şekilde dünyamı oluşturdular.

Çok kitap okuyor musunuz?

Okuyorum çünkü kitap okumak benim hayata geliş amaçlarımdan biri bence. Bu hep öyleydi çocukluğumdan beri. Kitaplarda başka türlü bir yakınlık, başka türlü bir arkadaşlık ve dünya bulabiliyorum; gitmediğim yerler, görmediğim hayatlar, hiç konuşmadığım insanlar var oralarda. Onun için kendimi belki de özellikle ilk gençlik dönemimde fazla yalıtmışım; bayağı asosyal, neredeyse sadece kitaplarla arkadaş olan, kitaplarla yaşayan bir insandım. Artık daha sosyal bir insanım, daha çok arkadaşım var.

Büyüdükçe daha toleranslı oluyoruz, değil mi?

Evet… (Gülerek) İnsanların da bize toleransı oluyor.

Kitapta yazarların hikâyelerini anlatmışsınız. “Güneyden gelmişti Capote New York’a, hayatın en acımasız yerlerini çocukların gördüğü yerlerden” gibi… Barbaros Altuğ için böyle bir cümle kurar mısınız?

Çok yalnız bir çocukluktan geldiğimi söyleyebilirim. Çok yalnız bir ergenlikten ve gençlikten… Hayatıma baktığımda en acılı şey budur. Mesela şu an görüştüğüm bir çocukluk arkadaşım yok. Zaten çok azdı, iki, üç taneydi. Onlarla da yollarımız ayrıldı. Ben hayatımı yine böyle sürdürmeye karar verdim, onlar başka türlü…

Sivri yani…

Evet, hem sivri hem de aynı zamanda kitaplara yoğunlaştım onlarsa daha dünyevi, belki daha akıllıca seçimler yaptılar. Daha sonra kurduğum arkadaşlıklar daha derin oldu ama. Onun için şunu söyleyebilirim; yalnız bir çocukluktan sonra iyi geçen bir yetişkinlik dönemine geçtim ve şu anda mesela bütün arkadaşlarım son 20 yılda biriktirdiğim arkadaşlar. Bu iyi bir şey benim için.

Kendinizi ispat etmiş olmanın da bir faydası olabilir mi iletişim konusunda?

Bence ben karar verdikten sonra iletişim kurmaya başladım. Çünkü hayatımı başkalarının istediği gibi değil, kendi istediğim gibi geçireceğime karar verdim. Mühendislik okudum ben. Bunların hiçbiri bana göre değil dedikten sonra kendimi buldum ve iletişim kurabilmeye başladım insanlarla. Ben buyum demeye başladım, diyemiyordum bir türlü. O da 20’li yaşlarımdan sonra…

Bu iletişim sorunu aileden de kaynaklanıyor mu biraz?

Doğru dürüst iletişim kuramadığım bir adamdı benim babam. Büyüyünce şunu anlıyorsunuz; o baba olmaması gereken adamlardanmış. Ben o yüzden baba olmadım, olamayacağım da çünkü ben kendimi de biliyorum. Yalnız kalması gereken ve kendisi olduğunda daha iyi olabilen, etrafa karşı da daha iyi olabilen insanlar vardır. Şahane bir adam belki kendi başına ama aile söz konusu olduğunda berbat bir adamdı zavallı. Bununla bir türlü hesaplaşamıyordu çünkü öyle olmak isteyen bir adam değildi. Ama ne yazık ki hayatının çok büyük bir bölümünü evin dışındaki hayat kaplıyor, iki dışarısı, arkadaşları şu, bu alıyor ve iki çocuk ve bir genç kadına maddi manevi hiçbir şey kalmıyordu. O nedenle çocukluğumda hatırladığım en büyük dramalardan biri bu ama artık içselleştiremiyorum, dışarıdan bakabiliyorum kendime.

Nasıl başardınız bunu?

Kolay sıyrılmamda kitapların ve insanların yardımı olmuştur belki de. Çünkü başkalarından duyduğunuz baba hikâyeleri çok birbirinden farklı değil. Özellikle de Türk toplumundaysanız… O yüzden benim için kadınlar, çocuklar, eşcinseller gibi insanlar çok daha önemli oldu. Çünkü onlar hep aslında bu acıyla büyürler, bu acıyla yetişirler ve o acıyı çok acıymış gibi göstermezler. Kendi içlerinde yaşarlar, dışarıya da çok çaktırmazlar. Onunla büyürler yavaş yavaş ve ne yazık ki kendi içlerinde hallederler bir süre sonra.

Peki, kitaba dönecek olursak, çok tepki geldi mi hakkında yazdığınız insanlardan?

Bence en olgun ve en tatlı tepkilerden bir tanesi Tuna Kiremitçi’den geldi. Birincisi kitabı okumuş, ikincisi tweet attı; kendiyle dalga geçen bir tweet attı. “Haftanın en rock’n roll kitabı Barbaros Altuğ’unki, ama benim kafam gözüm yarıldı okurken” diye. Bu bence benim kitaptaki yaklaşımıma çok uyuyor. Onun üzerine şöyle düşündüm ‘Ben artık Tuna Kiremitçi’ye kafa göz giremem, bir manası kalmadı.’

Acıtmıyor artık öyle mi?

Acıtmıyor, bir de adam kendiyle dalga geçebiliyor. Ben niye onunla dalga geçeyim ki? Ama Elif Şafak hakkında diyecek bir ton lafım var hâlâ. Çünkü o hız kaybetmeden devam ediyor yaptıklarına. Komet’e rastladım, dedi ki “Kitabını havaalanından aldım, okumaya başladım, Paris’e gittiğimde Elif Şafak’ı tanıyordum.” Bunlar ayrı ayrı yayınlanmış yazılar fakat bir araya geldiğinde bir portre çıkartabiliyor insanlar artık. Çünkü bunların hiçbirini uydurmuyorum hiçbirisini.

Elif Şafak’ın evinde geçen çok tuhaf bir geceyi yazmışsınız. O sekiz kişiden hangisi size anlattı bunları, çok merak ediyorum.

Eyüp Can da en çok onu merak etti. Gazeteye telefon açtı. Sinan Çetin de Ahmet Altan’a açtı bu arada. Taraf’taki ilk yazımdı bu. Kimin anlattığını hiç söylemeyeceğim. En sonunda bütün anılarımı yazarken anlatacağım. Anılarım çok daha renkli olacak bu arada çünkü burada bahsetmediğim yazarlarla yaşadığım daha derin kırgınlıklarım var.

Perihan Mağden’den de bahsediyorsunuz. Aranız düzeldi mi?

Hayır.

‘Ama yine de hakkını verdim’ diyorsunuz.

Niye vermeyeyim? Çünkü ben Perihan Mağden’in yazdıkları için 12 yıl çalışmış biriyim. Hiç az değil. Perihan Mağden’le çalışmaya başladığımda köşe yazarı olarak tanınan biriydi. İki romanı vardı ama az satan, belli bir çevrede bilinen romanlardı. İki Genç Kız daha sonra geldi. İki Genç Kız’ın film olması, dünya çapında ünlü olması ve Perihan Mağden’in 30 dile çevrilmesi, bütün bunları ben yaptım. Perihan Mağden şahane bir yazar. Benim yaptığım hatalar var. Yaptığım hata şu; bazen çok samimi olmamak gerekir çalıştıklarınızla. Çünkü o zaman onların beklentisi, sizinle olan ilişkisi değişiyor. Ben ilişkilerde laçkalaşabilen bir insanım, kontrol edemiyorum kendimi. Her türlü şekilde birbirimizin hayatına nüfus ediyoruz ne yazık ki çalıştığım insanlarla ve arada böyle kazalar oluyor. Yoksa eserlerine hâlâ bayılıyorum hepsine.

Siz kendinize yapılan eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz? Sizin için de iyi konuşmayan çok var çünkü.

Çok var ve umurumda değil. Ben çuvalla laf ediyorsam birilerine, onların bana ettiği lafları az bile buluyorum, tabii ki edecekler. Çünkü bunca şeyi fil gibi devirerek geçersem, arkamda bıraktığım pek çok harabe oluyor. Bazılarında haklı, bazılarında da haksız olabiliyorum. Bazı şeylerde haksız olduğumu zaman gösterecek ya da gösterdi belki de, onu da bilemiyorum. Belki de bazı şeyleri çok yüzeysel görüyorum… O insanların da kendi içlerinde olan biteni, başkalarını anlatmalarını çok normal karşılıyorum artık.

Haklı bulduğunuz eleştiriler var mı ya da ‘bu yanımı da biraz yontmalıyım’ dediğiniz türden şeyler?

Tabii ki var ama zaman içerisinde bunları yontamayacağımı anladım. Bu kitap için yazdığım ve yayınlanmayan bir önsöz var.

Neden yayınlanmadı?

Yollamayı unutmuşum çünkü. Aradım taradım bulamadım bilgisayarımda. O sırada da tatildeyim, ‘aman önsözsüz çıkıversin’ dedim. İşte o önsözde anlatıyorum: Ben hayatta hiç kimseyi değiştiremeyeceğimi anladım. Sadece onlara alışabilirsin, onlarla beraber olmayı kanıksayabilirsin. Ben değiştiremem, onlar da beni değiştiremezler, ben bunu biliyorum. Yontabileceğiniz taraf var mı, tabii ki var, binlerce var. Sivri dilim, bazen arkadaşlarımı kırmaya kadar gidebilen tuhaf özelliklerim, geç kalmam… Bugün size zamanında gelmem mucize mesela. Bunları değiştirmek isteyebilirim ama değiştiremem. Arkadaşlarım da beni zaman içinde böyle kabul ettiler.

Bunun adına değişim demesek, farkındalık yaratmak desek?

Tabii ki farkındalık yaratılmış oluyor. Şu yaşlarımın bana getirdiği en büyük şey; özür dileyebiliyorum artık ya da başka türlü kendimi affettirmeyi deneyebiliyorum. İnsanların bana katlanması ölçüsünde ben de onlara katlanmayı öğrendim. Eskiden katlanamazdım onların mükemmel olmamasına, bilhassa arkadaşlarımın. Ama onlar bana ve bu saçma özelliklerime katlanıyorsa, ben de onların özelliklerini görmezden geliyorum. Sonuçta kimse mükemmel değil, ben de değilim.