M.C.: Canlandırdığınız Civan karakterine yakın bir coğrafyadan geliyorsunuz. Rolünüzle örtüşen özellikleriniz var mı?
C.C.: Doğma büyüme Adanalıyım. 17 yaşında İstanbul’a gelsem de o şehrin kültürünü de taşıyorum. Civan da 17 yaşında Antep’ten ayrılıp İtalya’ya giden biri. Bahsettiğiniz Güneyli olma durumu ikimiz için de baki. Sıcak ve samimi insanlardır oranın insanları.
M.C.: Adanalı erkeklerin maço bir yanı da yok mudur?
C.C.: Maço erkek her yerde var. Bunu ekonomik kıstaslara göre ve coğrafi boyutlarda değerlendirmemek gerek.
G.B.: Adları çıkmış bir kere… (Gülüyor)
C.C.: Evet, bizim oranın insanları sıcak ve samimidir ama duyguları çok çabuk değişir.
G.B.: Ben maçoluğun tam olarak açılımını bilmiyorum ama kadınlar sahiplenilmeyi sever, ancak fazlası da rahatsız eder. Dozunda olmalı her şey.
C.C.: Aslında önce erkek egemenliğindeki sistemi eleştirmek gerek bence. Türkiye gelişmekte olan bir ülke olduğu için dört bir yanda erkeklerin hegemonyasında yaşıyor kadınlar. Bu algıdan kurtulmamız gerekiyor bir an önce. Bir ilişkide dahi taraflar birbirinden üstün olmamalı.
M.C.: Aramızda Kalsın’da tam da bahsettiğimiz saygı ve sevgi çerçevesinde aynı evde yaşayan kalabalık bir ailenin hikâyesi anlatıyor. Belki de birçok kişinin özlemini duyduğu bir noktaya parmak bastığı için bu kadar çok seviliyor dizi. Siz böyle bir hayatın özlemini duyuyor musunuz?
C.C.: Ben çok kalabalık bir aileden geliyorum, bu yüzden o duygunun eksikliğini hiç hissetmedim ama yaşla beraber daha yalnızlaştığımı, bireysel bir hayata doğru ilerlediğimi söyleyebilirim.
G.B.: Ben kalabalık bir aileden gelmiyorum, tek çocuğum. Sadece bayramlarda ya da özel günlerde toplanıyoruz ailece. Eskiye özlem duyuyorum elbette ama bahsettiğiniz ‘eski günler’ şimdi yaşansaydı bence olmazdı. Zaman aynı zaman değil çünkü. Herkesin fikirleri, ekonomik durumu farklı. Bu nedenle kalabalık aile yaşamı günümüzde daha masalsı gelmeye başladı. Benim hiç bilmediğim bir duygudur bu yüzden çok severim kalabalık aile kavramını. Aile kavramını çok önemsiyorum. Hayattaki en büyük şansım ailem.
M.C.: O halde sizce nasıl bir boşluğu dolduruyor dizi?
C.C.: Bence en başa dönmeliyiz. Ben bir hikâyecinin oğluyum ve öykülerin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Biz son yıllarda kendimize has hikâyelerden uzaklaşmaya başladık. Şaşalı yaşamlar, gösterişli hayatlar ya da vurdulu kırdılı aksiyonlar… Hâlbuki çok basit bir olayı anlatıyor olabilirsiniz. Önemli olan o basitliği süsleyerek sunmak.
G.B.: Diğer yandan şöyle de bir durum var; bahsettiğin şaşalı hikâyeler başarılı olduğunda haklı olarak ardından hep onun örnekleri sunuluyor izleyiciye. Vurdulu kırdılı bir dizinin reytingleri yükseldiğinde bu tür projelerin devamı geliyor. Aramızda Kalsın da umarım böyle bir akım başlatır ve unutulmuş hisleri, gelenekleri hatırlatır bizlere.
M.C.: Dizide Yadigar, Anadolu’dan İstanbul’a göçmüş bir kadının tipik giysileriyle karşımıza çıkıyor. Bugünkü çekimdeyse karşımızda son derece feminen bir Gökçe Bahadır vardı. Günlük hayatta nasıl giyiniyorsunuz?
G.B.: Moda en kötü olduğum konulardan biri! (Gülüyor) Aslında giyinmeyi seviyorum ama alışveriş ve hazırlanma kısmı beni çok sıkıyor. Günlük hayatımda iyi bir kombinasyon yaratmak için kendimce uğraşırım. Kendimi birilerine beğendirmek için değil, iyi hissetmek adına yaparım bunu da.
M.C.: Peki, kendinizi nasıl kıyafetler içinde daha iyi hissediyorsunuz?
G.B.: Feminen kıyafetleri seviyorum. Etek, ceket gibi kendimi içinde rahat hissettiğim spor şık parçaları da öyle.
M.C.: Ya siz, bakımlı kadınlardan mı hoşlanırsınız yoksa doğallıktan yana mısınız?
C.C.: Ben salaş giyinen, giydiklerini yakıştırmayı önemseyen ama modayı takip etmeyen biriyim. Kadınlara gelince…
Ne giyerlerse giysinler doğallıklarını korudukları ve kendilerine has ifadeyi kaybetmedikleri sürece yanlarındayım. Sade olmak da, şık elbiseler giymek de güzel. Yeter ki doğallık korunsun.
M.C.: Siz erkeklerin dış görünüşüne dikkat eder misiniz?
G.B.: Her kadın gibi ben de ederim. Doğal erkeklerden hoşlanıyorum. Kendine bir tip çizmeyen, kendini olduğundan farklı biri gibi göstermeye çalışmayan erkekler ilgimi çekiyor. Çok temiz giyinen, janti erkeklerden ziyade, salaş giyinenler daha hoş bence.
M.C.: Gökçe şarkı söylüyor, Caner şiir yazıyor. İkinizin de oyunculuk dışında yine sanatla ilintili uğraşlarınız var. Dizinin yoğun temposu içinde nasıl yer ayırıyorsunuz ilgilendiğiniz alanlara?
C.C.: Şiir, öykü ve deneme yazıyorum ama öncelikle şiire yoğunlaşmak derdindeyim. Bunun için de özel bir zaman ayırmaya ihtiyaç duymuyorum. Sizle konuşurken de aklımda birçok imge gelebilir. Önemli olan rüzgârın geldiği anda duygudan çok uzaklaşmadan ve ilhamı kaçırmadan onu yanımda taşıdığım deftere aktarmak.
G.B.: Müzik bende bir tutku haline dönüştü, onsuz bir hayat düşünemiyorum. Çekimler sırasında gördünüz; fonda durmaksızın müzik çalsın istiyorum. Evde, set aralarında her an kulaklığımı takıp müzik dinliyorum. Beni sete götüren arkadaşım, aynı zamanda on yıldır müzisyen. Çok iyi bir sesi ve repertuarı var. Sete onunla şarkı söyleyerek gidiyorum ve İstanbul trafiğini onunla birlikte unutuyorum.
M.C.: Müzisyenliği profesyonel boyuta taşımak gibi bir hedefiniz var mı?
G.B.: Bu konuyla ilgili şu sıralar ne yapacağımı bilmiyorum. Sahnede ya da bir oyunda… Bir gün bir şey olacak ama nasıl olacak bilmiyorum.
C.C.: Belki bir müzikalde oynayacaksın ya da bir şarkıcıyı canlandıracaksın… Oyunculuk işte bu yüzden güzel. Cebinizde ne kadar malzemeniz varsa günün birinde çıkarıp kullanabiliyorsunuz.
M.C.: Dizide Civan’ı İtalyanca konuşurken izliyoruz. Rolünüz için İtalyanca öğrendiniz mi?
C.C.: Hayır. Metin geldiği zaman birkaç gün önce çalışıyorum ve bu yetiyor. İtalyanca öğrenmek o kadar da kolay değil ama canlandırdığım karakterin en büyük getirisi mutfağa girmeye başlamam. Mutfakla ilgisi olmayan bir adamdım ben ama Civan sayesinde aşçılığın ne kadar dinlendiren bir uğraş olduğunu keşfettim.Mutfak da yaratıcılık gerektiriyor çünkü.
M.C.: Canlandırdığınız karakterle keşfettiğiniz ve uygulamaya başladığınız başka uğraşlar var mı?
G.B.: Ben de normalde mutfağa girmeyen biriyim. Yalnız yaşıyorum ve kesip doğramayı hiç bilmem fakat Yadigar sayesinde yemek yapmaya olan ilgim daha da arttı. Yine de mutfağa çok girdiğim söylenemez. Genellikle annemden geliyor yemekler ya da sipariş veriyorum. Kendime yapmıyorum ama misafirlerim geldiğinde onlara özel sofralar hazırlamayı da çok severim.
M.C.: Oyuncular kimi zaman kendileriyle hiç benzeşmeyen hatta sevmediği kötü bir karakterle özdeşleşebiliyor. Bu durum canınızı sıkmıyor mu?
C.C.: Ben kötü bir karakter oynamadım henüz ama isterdim… Her rolün tadına bakmak gerekir.
G.B.: ‘Kötü karakter’e çok da inanan biri değilim ben. Gerçek hayatta da olduğu gibi salt iyilikten ya da kötülükten söz edemeyiz. Bir insan kötülük yapıyorsa mutlaka geçmişinde ya da derinlerde bir sebebi vardır. Oyunculukta işte bunu açığa çıkardığınızda ‘kötü karakter’i canlandırmanın hazzına ulaşabilirsiniz. İnsan dediğiniz varlık tek tip değil sonuçta.
C.C.: Siyah ya da beyaz yok yani. Hayat gri üzerine kurulu aslında. Caner Cindoruk olarak ‘Ben çok iyi bir adamım!’ diyemem zaten. İçimizde milyonlarca duygu var ve onların ne kadarını terbiye ettiğimize, ne kadarını bastırabildiğimize göre şekilleniyoruz.
M.C.: İzleyicilerin sizin adınızı duyduğunda akıllarına ne gelmesini isterdiniz?
C.C.: ‘Çok iyi oyuncuymuş’ demeleri benim için yeterli.
G.B.: Benim için de öyle… Başka bir şeyin önemi yok.
M.C.: Aynı soruyu yakın çevrenize yöneltsek…
C.C.: İyi bir insan olduğumu söylemelerini isterdim.
G.B.: Ben çok da önemsemiyorum ne düşündüklerini. ‘Umursamak’ doğru kelime mi bilmiyorum ama onların düşündüklerine göre yaşayan biri değilim. Gökçe olarak nasılsam ve içimden nasıl davranmak geliyorsa öyle hareket ederim. Aksi takdirde yalan üzerine kurulu olur davranışlarım.
M.C.: O halde kaybetmekten korkmazsınız onları…
G.B.: Korkmam çünkü birini kaybedeceksem onu kaybetmem gerekiyor demektir. Bir şeylerin üstünü kapatmak sadece süreyi uzatır, onu eninde sonunda kaybederim zaten.
C.C.: Benim için yakın çevremin düşündükleri önemlidir. Onları baz alarak yaşarım çünkü beni idare ettikleri, benim de onları idare ettiğim pek çok husus vardır. Hayatı sadece kendi bakış açımızın doğru olduğuna inanarak yaşanamaz bence. Evet, benim de zaaflarım vardır ama bunun da nedenleri vardır. Önemli olan onları keşfetmek, tedavi etmek. Yakın çevremdeki insanların zaafını keşfetmeye çalışırım ardından tedavi etmeleri için elimden geleni yaparım.
M.C.: Biraz önce zaaflardan bahsettiniz. En büyük zaafınız nedir öğrenebilir miyiz?
C.C.: Birçok zaafım var aslında. En belirgini hiçbir canlıya zarar veremeyecek kadar naif olmama rağmen çabuk sinirleniyor olmamdı. Bunu da zaman içinde eğitmeye çalıştım. Başarılı olduğuma da inanıyorum çünkü altı yıl öncesine göre artık daha dinginim. Zaaflarımdan biri de çok inatçı olmam.
G.B.: İlk aklıma gelen sabırsız olmam. Bazı durumlarda sabretmediğim için verdiğim tepkiler kendimde törpülemeye çalıştığım özelliklerden biri. Şu an konuşurken düşünüyorum da önemli olan bunların farkında olup dile getirmek ama zaaflarımın farkında olup onlarla rahat bir şekilde yüzleşmek ve bunları düzeltmek dahi kişi adına çok büyük bir gelişme. Hiç farkında olmamak daha tehlikeli!
M.C.: Son olarak dizide neler olacağına dair bir tüyo alabilir miyiz sizden?
G.B.: Biz bir sonraki bölümde bile ne olacağını bilmiyoruz!
C.C.: Dizinin ilk bölümlerinden itibaren işin büyüsü
kaçmasın diye bize neler olacağını çok merak edip sormamamızı rica ettiler. Bu yüzden izleyicilerden beş gün önce öğreniyoruz. Ayrıca ben ilerleyen bölümlerde ne olacağını çok da bilmek istemiyorum.
G.B.: Ben de! İlerisini bilmemek daha heyecanlı, tıpkı
hayat gibi… •
Röportaj: Tuğçe KAYAR