Sinema yazarımız Deniz Tokgöz, 2014’ün filmlerini değerlendiriyor. Ondan geçer not alan filmleri hala izlemediyseniz bu hafta sonu arayı kapatmak için iyi bir zaman!
2014 benim için önemli bir seneydi. Hayalimdeki noktaya henüz varamasam da, büyük adımların atıldığı bir sene. işimi bırakıp kendi düzenimi sağlamaya karar verdiğim, daha çok izleyip daha çok yazmak adına verdiğim sözü tutuyorum. bugün neler izledim‘i elimden geldiğince hareketli ve bereketli kılmaya çalışıyorum…
Bu duygusal girişin ardından asıl konuya gelmek isterim; Yılın en iyileri.
Liste yapmayı çok seviyorum ama hep bir şey unutuyorum hissiyle de öyle geriliyorum ki bir türlü başlayamıyorum!
Birkaç gündür düşünüp, taşınıyorum ve aşağıda göreceğiniz şu filmleri bir araya getirdim.
Bunlar, önümüzdeki ödül sezonunda da adını sık sık duyacağımız filmler, onu da ayrıca belirtmek isterim.
Beni uzun zamandan beri bu kadar heyecanlandıran bir film izlememiştim. Whiplash‘ifilmekimi‘nde izleme şansı buldum, hatta çok yoğun günlerim olmasında rağmen izleyebilmek için savaştım ve buna değdi. Gerilim dozu yüksek, sürpriz üstüne sürpriz yapan, müthiş performanslarla tokat gibi çarpan. Bir an önce izlemeniz için sizin adınıza sabırsızlanıyorum. (16 ocak’ta vizyonda)
The Grand Budapest Hotel: Wes Anderson listelerimi bozdu, The Royal Tenenbaums’a hissettiğim özel duyguları bir kenara bırakmayı başarabilsem, neredeyse birinci sıraya oturdu. En çok sevindiğim şey ise izleyen neredeyse herkesin aynı kanıda olması. İnanılmaz bir hız, inanılmaz bir detaycılık, inanılmaz bir armoni. Yönetmenin başyapıtı, tabii bir sonrakine kadar…
Boyhood/Çocukluk: Berlin Film Festivali’nden çıkan bir başka başyapıt. Evet 12 senede çekildi ve evet etkileyici olmasında bunun rolü çok büyük. Pek yakında vizyona girecek Boyhood’u rica ediyorum sinemada izleyin. Biliyorum hepiniz dvd’cilerinizden temin ettiniz çoktan, ama bu filmin hakkı büyük ekran. Aslında tüm filmlerin öyle, ama hız konusunda bazılarınıza yavaş gelecek bu çalışma perdeyi daha da çok hak ediyor. Karakterlerin hepsi kurgu, 12 yıl boyunca yılda birkaç hafta bir araya gelinerek çekilmiş, senaryo harika, Ethan Hawke ve Patricia Arquette harika, umarım parlak bir geleceği olacak Ellar Coktrane ise en harika. tabii bir de soundtrack var. İlk gençliğini 90’larda yaşamışlar (mesela ben) için nostaljik bir hazine kıvamında.
Tracks/Çöldeki İzler: İstanbul Film Festivali’nde beni en çok etkileyen birkaç filmden biri oldu. Bu ödül sezonunu kaçıracak sanıyorum, ama o da beyazperdede deneyimlenmesi gereken müthiş bir yol hikayesi. Hatta şimdilerde Reese Witherspoon’un Wild’ının adı çok geçmeye başladı, eminim fena da olmayacak, ama Tracks’e haksızlık edildiğini, es geçildiğini düşünmeden de edemiyorum ne yazık ki. Mia Wasikowska müthiş bir oyunculuk çıkarıyor bu gerçek hikayede, izlediğim günlerin duygusal atmosferi yüzünden mi bilmiyorum, ama gözyaşlarıma da hakim olamadığım anları var bu dümdüz hikayenin.
Yine bir İstanbul Film Festivali hazinesi: The Babadook. Son yıllarda izlediğim en iyi korku filmi. İlk anından son dakikasına kadar diken diken izlediğiniz cinsten, hem de ikna edici, hem de sürpriz sonlu. Daha ne olsun? Geçenlerde ikinci kez izlediğimi ve birkaç gecelik uykuma mal olduğunu da hatırlatmak isterim…
Ida da yine festival kazanımlarımdandı. Yönetmeni, bizlere Emily Blunt’ı da tanıştıran My Summer of Love’ın arkasındaki Pawel Pawlikowski, gösterim sırasında salonda hazır ve nazır bulunmuş filmin ardından izleyicilerin sorularını yanıtlamıştı. İzleyiciler bazen hayli salak olabildiklerini o akşam da kanıtlamıştı neyse ki. 60’larda geçen film rahibe adayı öksüz (ama değil) Ida’nın hikayesini aynen bu fotoğraftaki gibi yalın bir dille ve çok güzel müzikler eşliğinde anlatıyordu. En İyi Yabancı Film? Neden olmasın…
Sonunda dün gece izledim (07.12.2014) Two Days, One Night/ İki Gün, Bir Gece/ Deux Jours, Une Nuit‘yi. Ve çok sevdim. Yılın en iyisi mi? Değil sanırım, ancak yabancı film dalında adını duyuracağına kesin gözüyle bakıyorum. Ve bir dakika, fikrimi de değiştiriveriyorum, sağ gösterip sol vuruyorum, neden olmasın, yılın en iyilerinden. Marion Cotillard‘a geçenlerde En İyi Kadın Oyuncu ödülü getirdi bu film, ama nedense ödülü The Immigrant’taki rolüyle bunun arasında paylaştırmışlar. Dardenne kardeşlere büyük haksızlık yapıldığını düşünüyorum bu konuda, oradan nasıl arabesk bir oyunculuğu varsa, burada o kadar hafif karakterini depresif altyapısına rağmen. Neyse. Film boyunca ara ara (izleyenler anlayacak ne demek istediğimi) Sandra o elindeki listenin bir kısmını bize versin, bazı adresleri biz ziyaret edelim istedim, konuya nasılsa hakim olmuştuk ne de olsa. Bu işin zevzeklik kısmı tabii. İki gün bir gece süren, dümdüz bir başka Dardenne tecrübesi daha. Mutlaka izleyin klasmanından…
Henüz izlenmemişlerdi, fakat haklarında fikir yürütmek serbestti…
Henüz izlemediğim ama adını çeşitli sebeblerden (oyuncuların şanı, senaryonun sinematikliği gibi) şimdiden pek sık duymaya başladığımız filmler var. The Theory of Everyhting ve The Imitation Game, gerçek hayat hikayeleri anlatmayı seçtiklerinden aynı kulvarda değerlendirebileceğimiz iki film. İkisinin de ingiliz oyuncularla dolup taşması ise kulvar paylaşımının bir diğer sebebi. Her ikisi de emimin baştan sona kolaylıkla izlenir ve etkileyici filmler olacaklar, ancak ne zaman ki bir film büyük kitleleri hedef alıyor kendine, o zaman uzaklaşmaya da başlıyor izleyiciden bir nevi… Önyargılı değilim, izleyeceğim, izledikten sonra da yeniden oturup konuşacağız elbette.
12-22 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek if İstanbul’dan önce izleme fırsatını ne yazık ki bulamayacağımız bir diğer şaheser ise Birdman. Alejandro Gonzales Inarritu (Babil, Paramparça Aşklar Köpekler, 21 Gram) kendini kanıtlamaya artık pek de ihtiyaç duymayan isimlerden bu bir. Muhteşem kadro, muhteşem kareler ve ilginç senaryodan oluşan mükemmellik üçgeni de ayrıca destekliyorlar bu savımızı. Bu film hem yönetmenine, hem de oyuncularına bol bol ödül kazandıracak, şüphesiz.
Nightcrawler etkileyici bir filmdi, benim ödüllendireceklerimden değil, ancak Jake Gyllenhaal’un adını en azından ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında aday listesine yazdıracağını tahmin ediyorum.
Vizyona gireceklerini duyduğumuz andan itibaren beklemeye koyulduklarımız. (Ama sonra biraz pişman olduklarımız)
Interstellar‘ı sevdim.
Interstellar’ı sevmedim.
Filmi izlediğimden beri fikrimi böyle net bir şekilde ifade etmeyi ne yazık ki bir türlü başaramadım.
Interstellar’ın duygusal metnini sevdim. Uzunluğundan ve laf kalabalığından ise sıkıldım. Anne Hathaway’e ise tahammül etmekte zorlanmadım ve bu iyi bir şey. Sanırım başrolde olmadığı zaman katlanılabilir birisi oluyor. Sonuç olarak tekrar izlemeyi düşünüyorum. Belki o zaman zihnim açılır…
Açlık Oyunları‘nı serinin ilk filminden beri izlemeden edemiyorum. Jennifer Lawrence’ın sempatikliğinden hala sıkılmadım (hayret bir şey). Açıkçası ilk filmdeki heyecanı diğer ikisinde yakalayamadım. şimdi heyecanla final bölümünü beklemekteyim. O bir sene içinde pek çok başka film izlemek niyetindeyim.
Gone Girl/Kayıp Kız da kalbim çarparak beklediklerimdendi. David Fincher yönetecekti, nefret ettiğim Ben Affleck ve beğenmeye başladığım (sektörün oyunlarına gelebiliyorum hala) Rosamund Pike oynayacaklardı. son anda Nei Patrick Harris’in de projede olduğunu hatta ciddi bir rol üstleneceğini öğrendiğimde şaşırmış merakım daha da körüklenmişti. Filmi izledikten sonra bu konu hakkında da aklım karıştı. Beklediğimi bulamadığımı düşündüm, aslında hislerim netti. Ama yine de bu film hakkında düşünmeme engel olmadı. Şimdi dvd’sinin çıkmasını fırsat bilip yeniden izliyorum. Ve ilk düşüncem çok başarılı bir yanılsama yarattığı yönünde oldu. Yani pozitifim. Yine de siz filmin isminin ilk listede yer almamasından dipteki hislerimi anlamalısınız.