Ölümü, ölümün dehşetini bilmek insanın hayvanlık durumundan uzaklaşırken edindiği ilk kazançlardan biridir.
Doğa büyük oyununu sürdürebilmek, amaç ve hedeflerine ulaşabilmek için insana tuzak kurmuş, tuzağın içine de özenle hazırlamış olduğu bir iksir koymuştur. İnsana özel bu iksir, insanı tuzağın içine adeta mıknatıs gibi çekmektedir. Tuzağın adı “aşk,” iksirin adı “sonsuzluk”tur. Sonlu bir yaşama mahkûm olan, sonsuzluğu arayan insan bu tuzağa çok kolay düşmektedir.
Ne var ki sonsuzluk iksiri kendisinin değil, ancak neslinin devamını sürdürmesine yardımcı olmaktadır. İnsan sonsuzluğa, hiç olmazsa nesli üzerinden ulaşma umuduyla uzun ve zahmetli bir işe koyularak doğaya istediğini vermekte, böylece türün devamlılığını sağlamakta, kendi varlığını olmasa da türünün varlığını sürdürmektedir.
Zorunlu son yazgısından kurtulamayacağını bilen insan var kalmak, sonsuz olmak, isteğini hiç olmazsa neslinin devamlılığıyla gerçekleştirme yoluna girer. Ölümlü yapı bu mantıkla hareket eder, kendi varlığını mümkün olduğunca ölümsüz kılmaya çalışır. Bunu da sadece nesil yaratarak, yani arkasında başka birisini bırakarak sağlayabilir. Yaşlananın yerine genç olanın gelişi ve bunun da eski olana benzemesi bundandır. Ölümlülerin ölümsüz olma çabaları işte bu şekildedir. Canlıların yavrularına duyduğu ilgi karşısında şaşırmamak gerekir, bu aslında onların ölümsüzlüğe ulaşma çabasıdır.
Fakat bu yol da sanıldığı kadar sorunsuz, kolay bir yol değil-dir. Çünkü neslinin devamlılığını tek bir insanın kendi kendine gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bunun için türünün karşı cinsine ihtiyacı vardır.
Arzuyu var kalma ısrarı olarak gören Spinoza’ya göre, her varlık var kalma çabası sırasında çeşitli karşılaşmalar yaşar. Bu karşılaşmaların bazılarından var kalma direncini güçlendiren etkilerle, bazılarından da bu direnci azaltan etkilerle çıkar. “Conatus” (var kalma direnci) kavramı belki de en çok “arzu” kavramına yakındır: Var kalma ısrarı aynı zamanda bir yaşama arzusudur; üstelik belki de yaşadığımız için arzuladığımızı söylemek kadar, arzuladıkça yaşamaya devam edebileceğimizi söylemek de aynı ölçüde doğrudur.
Doğanın büyük oyununu sonsuza dek sürdürebilmesi için var kalma ısrarlısı canlı varlıkların, yaşamları sona ermeden önce doğaya yeni oyuncular armağan etmesi gerekmektedir. Böylece kendilerinin var kalması mümkün olmasa da kendilerinin yaratacağı bir benzerlerinin var kalmaya devam etmesi sağlanmış olacaktır. İşte, bu yüzden tüm canlılar kaba, hoyrat ve gülünç olarak nitelenen üreme yoluyla kendilerine benzer bireyler dünyaya getirirler ve bu yolla nesillerinin sürmesini, türlerinin devamlılığını sağlarlar.
Nitekim “tür” birbirine benzeyen, ortak özellikleri olan, sadece kendi arasında verimli gen alışverişi yapabilen (üreyebilen) bireylerin oluşturduğu canlı grubudur. “Üreme” ise, canlıların nesillerini sürdürebilmesi için kendilerine benzer bireyler oluşturması işidir. Büyüme ve gelişmesini tamamlayan her canlının sahip olduğu bu yetenek aynı türden yeni canlıların ortaya çıkmasını sağlar. Çoğalma olarak da bilinen üreme yoluyla canlılar kendilerine benzer (kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip) bireyler oluşturarak nesillerinin devamlılığını sağlarlar.
Tüm canlıların en temel iki içgüdüsünden biri olan üreme(20) olayının özünde, canlıların nesillerini sürdürme isteminin yatmakta olduğu, bunu sağlayabilmek için de benzer bireyler oluşturmak istedikleri anlaşılmaktadır. Bunlar bilinçli, akılsal, öğrenilen, deneme yoluyla kazanılan davranışlar değil, içgüdüsel istemlerdir, bireyin doğasından gelen bilinçsiz davranış eğilimleridir.
Canlıların var oluşlarının ve o şekilde var oluşlarının nedeninin içgüdüler olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda ortaya çıkan her canlı bir canlı yoluyla bir canlıdan belli bir canlı olarak içgüdülerin eseri olarak var kalma çabasının sonucunda ortaya çıkmaktadır.