Sohbet etmekten sıkılmayacağınız, kelimeleri tükenmeyen bir adam Kaan Müjdeci. İlk uzun metrajlı filmi Sivas’ın Venedik Film Festivali’ndeki başarısının ardından, Altın Portakal’da da Ulusal Uzun Metraj Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen Müjdeci’nin hikayesini bir de ondan dinleyin.
Selen Meçoğlu
Yönetmenlik yapmaya nasıl karar verdiniz?
Sinema aşkı, küçükken izlediğim belgesellerden doğdu. Özellikle izlediğim hayvan belgesellerinden… İzlerken hep; “Bende çekmek istiyorum” diye düşündüm. Pamukkale Üniversitesi’nde fizik okudum ama üniversite olanakları kısıtlıydı. Daha sonra Berlin’e, Film Akademisi’ne gittim. Berlin’de okuyamadım; okulla ilgili çeşitli sorunlar yaşadım. Bir süre ticaretle uğraştıktan sonra New York Film Akademisi’ne gitmeye karar verdim. Oraya başlamadan önce, Almanya’daki okullar için kısa filmler çekmiştim. Aynı şekilde, New York’ta da bu tarz kısa filmler yaptım.
Filmin nasıl bir ön çalışması oldu? Ve neden köpek dövüşü?
Babalar ve Oğulları belgeselim aslında Sivas’ın ön çalışmasıydı. Bu belgesele başlamadan önce filmin senaryosu zaten hazırdı. Filmdeki sahnelerden ve köpek dövüşünden bahsedersek sürekli; “Güç nerede? Nasıl bir duygu?” diye düşündüm. Bunun gibi çeşitli gözlemlerin kafamda bir araya gelmesiyle hikâye oluşmaya başladı. Benim filmim köpek dövüşüyle alakalı bir film değil zaten. Sonuçta insanlar bulunduğu ortama ayak uydurmak zorunda. Ben de filmde çektiğim yerin yapısına göre hareket ettim.
Çekim sürecinden ve ekipten biraz bahsedebilir misiniz?
Ekip dağıla dağıla bir araya geldi. Diğer insanların söylediğine ve benim de düşünceme göre, ben zor bir insanım. Profesyonel olmayan insanlarla çalışmam çok zor. Disiplin çok önemliydi. Kötü olanların gittiği, iyi olanların kaldığı bir ekiptik. Ben film çekmeyi iyi bilen değil, güzel bir film çekmeyi isteyen biriyimdir. Görüntü yönetmenleriyle sorunlar yaşadık, benim bıraktığım, beni bırakan görüntü yönetmenleri oldu. Yalnız bu insanların hiçbiriyle kavgalı veya küs bir şekilde ayrılmadık. Sadece fikir çatışmasıydı yaşadığımız.
Filmdeki çocuk oyuncular ve Doğan İzci ile olan ilişkinizden bahsedebilir misiniz?
Doğan’ın başlarda, senaryodan bile haberi yoktu. Ben çekimlerde sürekli onun yanındaydım. 11 yaşındaki bir çocuk oyunculukta nerede, ne yapması gerektiğini bilemez. Sürekli “Orada durma, şimdi kafanı çevir” gibi direktifler veriyordum. Başta Doğan olayın ve ne yaptığımızın farkında değildi. Belli bir süre sonunda olayları fark etmeye başladı. Başta; “Ya abi ben bu rolü oynuyorum ama çok ezik bir rol” diyordu. Çocuk psikologlarıyla da filmde rol alan çocuklara canlandırdıklarının sadece bir karakter olduğunu anlatıyorduk. Bunun yanında çocuk olmanın verdiği hareketleri de vardı. Bazen neyle, ne zaman uğraşsam diye düşündüğüm oluyordu.
Seyircinin film hakkında ne düşünmesini istiyorsunuz?
Ben en başından beri sadece kendi fikirlerime önem verdim. İnsanları düşünüp bu işi yapamazsınız zaten. İyi filmi kötü filmden ayıran işte budur. Şöyle bir örnek vereyim; Berlin’de oturduğumuz dairenin altında bir Türk teyze oturuyordu. Arada müziği kısmamız için bizi uyarıyordu. En sonunda; “Tamam yavrum açın da bari sürekli aynı şarkıyı dinlemeyin” dedi. Minimal tekno dinlediğimiz için teyzeye her seferinde aynı şarkı gibi geliyordu. Sonuçta herkesin bakış açısı farklıyken, ben neden filmimi genelleyeyim ki?
Venedik Film Festivali’nde ana yarışmada Jüri Özel Ödülü’nün sahibi oldunuz. Bu nasıl bir histi?
İnsan yaptığı bir işin en iyi yerlerde olmasını ister. Ben filmimin kuvvetli olduğunu biliyordum. Ama ana yarışmaya gitmeseydi üzülmezdim. Oturup kendimiz izlerdik arkadaşlarla ama yaptığım filmin iyi olduğunu yine savunurdum. Ben bir şeyleri çok hızlı fark eden bir insan değilim. Aday olduktan iki-üç gün sonra durumun farkına vardım. Hatta şu şekilde anlatayım; Tören sırasında kulaklığımda bir sorun oldu ve ben onunla uğraşıyordum. Ödül okunduğu sırada ben hala kulaklıkla oynuyordum. Arkadaşımın bana; “Hadi kalk!” diye uyarmasıyla ben kendimi birden sahnede ödül alırken buldum. O sırada hala ne ödülü aldığımı bilmiyordum. Baktım yanımda Andrei Konchalovsky var, o zaman anladım önemli bir ödül aldığımı. Sonrasında yaşadığım yoğun bir duygu, üç yıllık bir sürecin karşılığını aldım sonuçta.
Fatih Akın’ın oldukça tartışma yaratan filmi The Cut ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ben bir yönetmenin bir yönetmen hakkında yorum yapmasını iyi bulmuyorum. Cesaretli bir iş yaptığını düşünüyorum. Filmin sinemada gösterilmesi taraftarıyım.
Altın Portakal nasıl geçti?
Salon tıklım tıklımdı. Tepkiler harikaydı. İnsanlar filmi ben izlediğimde nasıl tepkiler verdiysem, aynı tepkileri veriyorlardı. Bu da beni çok mutlu etti. Basın toplantısı sonrasında sorulan sorulardan saçma gelenler oldu. Biraz verdiğim cevaplardan dolayı benim hakkımda kötü yorum yapıldı. Merak edilenlerden biri de köpek sahnesinde köpeklerin gerçekten dövüştürülüp dövüştürülmediğiydi. Ben de sanal ortamda bunu sonradan düzenlediğimizi söyledim.
Türk Sineması’nın uluslararası alanda kazandığı ivmeyi nasıl buluyorsunuz?
Türk sinemasının kazandığı bir ivme yok bence. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ve bunun gibi yönetmenler kendi kişisel başarılarıyla buraya gelmiş insanlar. Ekiplerini düzgün seçip iyi sonuçlar elde ediyorlar. Sinema sektörünün iyi olmaması yönlendirmeyle alakalı. Türk halkının, filmden anlamadığını düşünmüyorum. Eğer öyle olsaydı, bu ülkede bir milyon korsan CD satılmazdı.
Bundan sonraki planlar neler?
Yeni bir senaryo yazıyorum. Bu daha uluslararası bir film olacak. Şu an ki filmin çeşitli festivallerden davetiyeleri var. Tek heyecanım filmin seyirciyle buluşması.
Almanya’daki barınızdan ve giyim mağazanızdan bahsedebilir misiniz?
Ben modayla ilgileniyorum. Sinema başlı başına yorucu bir iş, o yüzden farklı şeylerle uğraşmam lazım ki dinleneyim. Benim için dinlenmek şezlonga uzanmak değil, bir şeylerle uğraşıyor olmak. Mağazamızda Acne, Kenzo, Carven gibi önemli tasarımcıların ürünleri bulunuyor. Kardeşim Yasin Müjdeci, Herbert Hoffman’la beraber Berlin modasının öncülerindendir. Berlin’deki mağazamız Voo Store ile şu an Yasin ilgileniyor.