2024 Paris Couture Haftası’nın perdelerini kapatmasıyla birlikte, moda dünyasında estetik bir restorasyon rüzgarı esti. Bu muazzam etkinlik, görüntüden çok teknik mükemmeliyetle öne çıktı, haute couture’un gerçekçi ve giyilebilir yönleriyle izleyicileri büyüledi. İşte perşembe günü kapanışını yapan haute couture haftasının giyilebilir sanat eserleri üzerine odaklanan atmosferinden notlarımız!
Dior Kreaitif Direktörü Maria Grazia Chiuri, Dior’un zengin arşivinden ilham alarak, modanın sözlüğünü pragmatik ve hassas bir şekilde ele aldı. Sette Isabella Ducrot’un dev Osmanlı elbiselerinin silüetleriyle süslenen çalışması feminist mesajlarla iç içe geçmiş, son dönemlerde tasarımcıdan beklenen yenilikler, ’24 Couture haftasında da karşılık bulamamış olsa da, Chiuri’nin açık sözlülüğü, istikrarı ve giyilebilir tasarımları, markanın güçlü duruşunu bir kez daha vurguluyor.
Chanel’in kreatif direktörü Virginie Viard, komplike koleksiyonlarıyla markanın kalıcı çekiciliğini korurken, fırfırlardan tüvitlere, kısa ve zarif tasarımlardan bol dökümlülere kadar geniş bir yelpazede ilgi çekici parçalar sundu. Tülün hafifliği ve yarı görünürlüğüne odaklanan Viard, anlaşılması her zaman kolay olmayan tasarımlarla moda dünyasına yeni bir bakış açısı getirdi ve couture defilesinde yine aynı anda bir çok hikaye paylaştı.
Giorgio Armani’nin Armani Privé koleksiyonu, estetik akıntıya karşı çıkarak şaşırtıcı bir tazelik sundu. Renk, ışıltı ve egzotik referanslar, Armani’nin doksan yaşında bir şirketin başında olmasına rağmen moda dünyasındaki liderliğini sürdürme ve hatta yeni yollar arama cesaretini yansıttı.
Simone Rocha ve Jean Paul Gaultier işbirliği, sezonda duygusal bir derinlik sunan dikkat çekici bir koleksiyonla taçlanıyor. Kaba ve çocuksu ile gösterişli ve baştan çıkarıcının mükemmel bir birleşimi, Rocha’nın özgün vizyonunu öne çıkararak moda dünyasında yeni olasılıklara kapı açıyor.Koleksiyonda gözle görülür bir romantizm akışı var. Gaultier’nin baştan çıkaran miras tasarım arşivi, Rocha’nın masumiyetini aşıp, kadınlığın sonsuz karmaşıklığına dair bir keşfe çıkmasına olanak tanıyor ve sonuç karşılıklı sevinç gözyaşları oluyor.
Pierpaolo Piccioli’nin Valentino koleksiyonu, markanın miras tasarım anlayışına sadık kalarak, ışıltılı ve renkli tasarımlarıyla göz kamaştırıyor. En iyi formda olan ve usta renk uzmanı statüsünü yeniden teyit eden Piccioli, şekilleri modernize ederek ve zaman zaman parkalarda ve kargo pantolonlarında spor giyimden ilham alarak, couture’u modernleştirme misyonunu sergiliyor.
Daniel Roseberry’nin Schiaparelli koleksiyonu, estetik bir dönüşü temsil ediyor. Farklı set dekorasyonundan vazgeçerek, cesur siluetlere ve güçlü tasarımlara odaklanan Roseberry, kırmızı halının en cesur partneri olma yolunda ilerliyor. Detaylarında bir sürü Alexander McQueen etkisi taşıyan koleksiyon, değişimin ve gerçekliğin modayı nasıl etkilediğini çarpıcı bir şekilde anlatıyor.
Pieter Mulier’in Alaïa koleksiyonu, markanın mirasına sadık kalarak kadın vücudunu kucaklayan yeni bir yumuşaklık keşfediyor. Hazır giyim ürünlerinin tamamen usta ve teknik detaylarla geçirdiği Alaïa couture evrimi, imajdan çok tekniğin ön plana çıktığı bu sezona oldukça uyumlu sağlıyor. Fendi’nin kreatif direktörü Kim Jones, yapı ile dekorasyonu soğukkanlı bir şekilde birleştirerek hassas bir koleksiyon sunuyor. Flou, vücudu saran dökümlü ve fitilli örgü parçalar bir yana, elbiselerin mimarisi ön plana çıkıyor.
Maison Margiela Kreatif Direktörü John Galliano’nun çılgınca kutladığı kıyafet dönüştürme güçleri, moda dünyasında kendine özgü bir hayranlık bırakıyor. Belle Epoque’un yozlaşmış atmosferini yansıtan bu koleksiyonlar, nostaljik ve ilerici bir denge sunarak modanın geçmişi ve geleceği arasında benzersiz bir köprü kuruyor. Defile Margiela’nın gölgesinden ziyade, bir Galliano gibi görünse de her açıdan unutulmayacak bir moda anıydı.